31 Aralık 2009 Perşembe

DENİZE GİRMEK KESİNLİKLE YASAK



Şöyle bir fıkrayı hep dinlemişizdir belki, ama gelin birde benim kalemimden dinleyin. pardon kalemden dinlenmez okunur. İsterseniz okuyun. Tabi yine de siz bilirsiniz. Türk, alman, İngiliz ve Amerikalıların yer aldığı çeşitli milletlerden insanların bulunduğu gemi denizin ortasında su almaya başlamıştır.



Geminin yönetim sorumlusu geminin batmakta olduğunu görüp, herkesi güverteye toplayıp, tek kurtuluş yolunun atlayıp yüzerek sahile ulaşmak olduğunu söylese de, onları bu konu da ikna edememiştir.


Yardımcısı tayfa; Dur demiş onları ben ikna ederim demiş. Almanlar bir tarafta, Amerikalılar bir tarafta, İngilizler bir tarafta ve Türkler bir tarafta toplansın demiş.


İngilizler, sizin gibi birinci sınıf asil ve akıllı bir milletin insanlarına batmakta olan bir gemide batacağını bile bile beklemek yakışmaz demiş. Onlar atlayarak yüzüp karşıya geçmişler.


Almanlara gemi batacak lütfen, rica ediyorum denize atlayarak yüzüp karşıya geçin demiş. Onlar da atlayarak yüzüp karşıya geçmişler.


Amerikalılara ise; deniz suyunun çok faydalı olduğunu ve bu denizde yüzmenin ömrü uzattığını söylemiş. Onlar da atlayarak yüzüp karşıya geçmişler.


Türklere ise denize girmek kesinlikle yasaktır. Sakın denize girmeyin demiş. Bizimkilerde yasağı duyunca atlayıp yüzerek karşıya geçerek gemiyle beraber batıp ölmekten kurtulmuşlar.


Biz türler olarak hep yasakları delmeyi, aşındırmayı ve kanunları çiğnemeyi maharet sanmışızdır. Bana yasak işlemez diye düşünürüz.


Oysa kanunlar uyulmak içindir. Yasalar biz vatandaşların hak ve özgürlüklerini korumak için değilmiş gibi davranırız. Evet her bireyin hak ve özgürlükleri vardır. Kişilerin hak ve özgürlükleri başkalarının hak ve özgürlüklerine mudahale noktasında sona erer.


Mesela hak aramak bahanesiyle terör estirip başkalarına ve onların mallarına zarar verirlerse bu özgürlük değildir. Bu ve benzeri hak ve özgürlük gasbı yapılan durumlarda kul hakkı oluşur. Yüce yaratıcımız Allah kullarına kul hakkı ile hayvan hakkı ile gelmeyin içerikli ayetlerle, diğer canlıların haklarına mudahale etmememizi istemiştir. Bakışımızla, sözlerimizle, eylemlerimizle krdeşlerimi kırdığımızda kul hakkı oluşur. İçtiğimiz sigaranın dumanı ile diğer insanlara rahatsızlık verdiğimiz için de haksızlık oluşur. Her hak sahibi hakkını öbür dünya da eksiksiz olarak alacaktır.


Yeni çıkan kanunlara göre kapalı alanda sigara içme yasağı olmasına rağmen bizim milletimiz inadına kapalı alanda sigarayı içmek için çaba sarf ediyor. Yani tamda yukarıda ifade etmeye çalıştığım hikayedeki gibi oluyor. Acaba bizim türk milletine yapılmasını istenen iyi ve güzel şeylere yasak deyip, yapılmaması istenen kötü ve çirkin şeylere de serbesttir dememiz ve kanunları da o yönde çıkarmamız mı gerekiyor.


Ama şuda kesin olarak bilinmeli ki kendisine saygısı ve sevgisi olan kişiler başkalarına saygı ve sevgi duyar.


Kendisinin haklarına ve özgürlüklerine saygı duyulmasını isteyen kişiler başkalarının hak ve özgürlüklerine saygı duyar. Kendisinin değerli biri olduğunu düşünen kişiler başkalarına değer verir. İnsanı insan yapan değerler; hayata bu minvalde davranış ve düşünceler ile bakabilmekten geçer.


Feyzullah Kırca
Akbaslar Köyü / Dursunbey

23 Aralık 2009 Çarşamba

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİYE -11




Selam sana ey insanları ebedi barış, ebedi varış ve ebedi kurtuluş menziline ulaştıran gül yüzlü sevgili! Kışın bahara, gecenin gündüze, ölümün dirilmeye bir beste olduğunu, ruhlarımızın bedenlerde birer emanetçi olduğunu, varlık aleminde baki olanın sadece yüce yaratıcımız olan Allah’ımız olduğunu tebliğ eden gül yüzlü sevgili sana selam olsun.



Hüsran denizinde hayatlarımız boğulurdu. Umutlarımız cehalet karanlığının girdabında kaybolurdu. İnsanların hayatlarında gurur üstüne gurur, kibir üstüne kibir dururdu. Gözbebeklerine kasevetli hüzünler oturur, amel defterlerimize günah kar fiiliyatımızın gonklarının nabzı vururdu. Cehalet ve küfrün karanlıklarından imanın asude iklimine varılmaz, karanlığın kalbine imanın ve islamın nurlu imzaları atılmazdı. Ebedi kurtuluş yolunda hilalin hükmü kalmaz, Kabe’ye yönelişin önemini kavrayamazdık. Karanlık gecelerin siyah perçemlerini aydınlatan ay yüzlü sevdalarından haberdar olamazdık gül yüzlü sevgili sen olmasaydın.



Ayın yüreğine doğru uzanan o şefkatli elinin mübarek parmağıyla mehtabın titreyen gamzesi ikiye bölünmezdi. Allahın kelamı kuran-ı kerimin aşkına yelken açıp, gönülleri fethetmek için sefer çıkanların zamansız mekanlara ve mekansız zamanlara yaptığı sırlarla dolu yolculukları bilinmezdi sen onlara yüce yaratıcının ilahi aşkını haber vermeseydin. Allah aşkı ile kurtuluşu düşleyen özlemlerine kanat vuranların gönül seccadeleri serilmezdi gündüzün müjdeci şafaklarına. Karanlık gecelerin nurlu sabahlarını görmezdi gözler. Her inişin bir yokuşunu, her zorluğun bir kolaylığını, her hüznün sonrasında sabredenlere bir huzuru vermezdi Allah gül yüzlü sevgili hatırın olmasaydı. Ayrılık vuslata, zayıflık metanete, siyah beyaza, nefret sevgiye, zulmet hakka ve adalete, karanlık aydınlığa ve ölüm hayata beste kar olmazdı.



İnsanlığın kanayan yaralı kalpleri gül kokunla sarılmazdı. Yetimlere, öksüzlere, zulme uğrayanlara, hakkı yenen mağdurlara merhamet edilmez ve şefkatle davranılmazdı. İlim öğrenmenin farz olduğunu bilemez, mukaddesata saygıyı bilemez, onunda rengi kırmızı deyip gül diye ateşlere sarılırdık. Biz gül diye dikenleri derleyip atamızdan böyle gördük deyip işin içinden çıkmaya çalışırdık. Hayata umutla bakmak yerine, hazan bahçelerinden gazallar toplamayı denerdik gül yüzlü sevgili sen olmasaydın.



Şimdi cennet bahçelerine girmek ümidiyle yanan gönüllerimiz hazan sarısına dönerdi. Yürekler sana Allah yolunda ölümüne sevdalanmaz, gönüller hasret ateşinle yanmaz, kışta ve cahalet karanlığında gelenler ebedi hayat baharını soluklamaz, ölümsüzlük şerbetini yudumlamazdı. İnsanlığın gördüğü en mükemmel ve muhteşem inkılab gerçekleşmezdi, sen amcan Ebu Talib’e ‘ güneşi sağ elime ve ayı sol elime koysalar bu davadan vazgeçmem’ demeseydin gül yüzlü sevgili.



Gül yüzlü sevgili rahmet peygamberimiz anam babam sana feda olsun derecesinde sevgimiz olmasaydı, canım arzular seni ilahi sözü söylenmezdi. Biz kullar sen haber vermeseydin Sırat-ı Müstekımin varlığından haberdar olamazdık. Yollar kıblede karar kıldı diye sen bize Allah’ın vahyini doğru bir şekilde söylediğin için. Dünyaya kul ve köle olup irtifa kaybedenler hala var olsa da, gurur ve kibirlerinden zirveye çıkanlar olsa da, senin ilahi tebliğlerin doğrultusunda hidayete erenler, gayya kuyularından kurtulamazdı. Nefse tutsak olan duygular yüzünden parça parça olan yürekler, kapkara bir kömür gibi kararan kalpler sen bize yol göstermeseydin gönüller bir türlü gül bahçesine dönmezdi.



Azgın tufanlar içinde aciz kalanlar, haksızlıklar içinde biçare kalanlar, çaresizliği göğüsleyemezdi sen sabrı ve metaneti öğütlemeseydin. Amellerde ve gönüllerde hayırlar fethedilemezdi ve şerler de fiillerden defedilemezdi. Baki olanı unutup fani olanların peşinde koşup ah etmeye devam ederdik hakikati bize göstermeseydin. Hidayeti ve hakikati bize gösterip, ilahi kurtuluş için kalplerimize rabbimizin ve sevgili peygamberi olan senin sevgini yerleştirdiğin için sana binlerce teşekkür ederim. Kıyameti mahşerde kurtuluşa eren ümmetlerinden olmayı yüce rabbimden niyaz ediyorum.


Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey


20 Aralık 2009 Pazar

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİYE -10




Rahmet yüklü hidayet bulutları biz adem oğlunun üzerine yağar mıydı sen olmasaydın. Kuranın manasını senin öğretilerinle anlamayı şükürler olsun Allah bize nasip etti. Sen olmasaydın hilalin ışığı yanmazdı. Cehalet ve zifiri karanlıklar aydınlanmazdı. İnsanlık alemi Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla Allahtan c.c. den aldığın ilahi vahyi tebliğ etmeseydin; İslam şerefiyle ve hidayetiyle bahtiyar olup, kurtuluş yolunu bulamazdı. Vahyin emsalsiz güzellik ve müjdelerinden feyiz almak için yol bulamazdı hidayet ehli insanlar. İlahi ve hakiki felaha biat etmek için akabe biatlarına gelen saadeti ebediye yolcusu sahabeler. İlahi aşkın miracına beş vakit namaz ile çıkacak olan gönüllerimiz, Allahın büyük nimeti olan akıllarımızın da hüsnü kabulü ile secde kar oldu sayende gül yüzlü sevili.



Önceleri Mekke, hicretinden ardından da Medine’den yayılan ilahi davet bütün dünya ile birlikte Allah’a hamd ve şükür bizleri de sardı. Dinin, duanın ve ibadetin nuru, hakikatin güneşi sinelerimize sağanak sağanak yağdı. Kainata dar gelen yüce rabbimizin aşkı, küçücük kalplerimize sığdı. Yüreklerimiz Allah nidalarıyla dalgalandı. Sevda yaylasından Mevla’ya ulaşan yolun, sadece senin izinden gitmekte olduğunu ve hayat tarzını hayatlarımıza tatbik etmekte olduğunu sen bize öğrettin sultanım.



İç alemimizde çözülmeyi bekleyen binlerce buzulun, binlerce kör düğümün, kalbimizi mesken tuttuğunun ve nasıl çözüleceğinin sırlarını bize sen öğrettin. Yüreğimizdeki kin ve nefret dağlarını eritip, hak ve başkalarının haklarına zarar vermeyen özgürlük anlayışına, adalet ve hoşgörüye dönüştürmeyi bize sen öğrettin. Nefsani arzularımızı dizginlemeyi, kalbimizi işgal eden buzulları iman ateşiyle eritmeyi bize sen öğrettin gül yüzlü sevgili sultanım.



Ölmeden önce kalbimizi hesaba çekmeyi, Allah rızası için sevmeyi ve onun rızası için buğz etmeyi bize sen öğrettin. Yaratılanı sevmeyenin yüce yaratıcıyı sevemeyeceğini, merhamet etmeyene merhamet edilmeyeceğini, din kardeşliğinin kan kardeşliğinden daha önce geldiğini bize sen öğrettin. Din kardeşliğinin kan kardeşliğinden önce geldiğini öğrettiğin içindir ki; baba ile oğul, abi ile kardeş Bedir’de, Uhut’ta, Hendek’te ve diğer gazalar da dinleri için birbirleri ile savaştı.



Kalbimize gül cemresi ve senin gül kokun düşmeden dünyamıza bahar gelmezdi. Senin kainata can veren muhabbetin olmasaydı, cenneti müjdeleyen baharların getirdiği yemyeşil bir sevdanın nuru yüreğimizi sevgi ummanı haline getirmezdi. Gözyaşlarında dalgalanan rahmet ummanları gönül sahillerimize vurmazdı. Yol gösterdiğin ebedi kurtuluşa ermek umuduyla dualar arşa yükselmezdi. Seher vakitlerinde yüce yaratıcının aşkıyla Allah’ım gül yüzlü sevgilinin hürmetine bizleri affeyle nidaları duyulmazdı.



Gül yüzlü sevili sultanlar sultanım! Bizim yolumuzu aydınlattığın için, bize hidayet ve kurtuluş yolunu gösterdiğin için, kalplerimizdeki kördüğümlerin çözülmesine vesile olduğun için sana sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Salat ve selamlarımı gönderiyorum. Güneşin dünyadaki başka diyarları da aydınlatmaya gittiği şu saatlerde, başak gönülleri de ısıtmaya gittiği şu saatlerde, kalemi keğıdı alıp elime seninle dertleşmek, sana hasret duygularımı yazmak, yalnızca sana yazmak ve yalnızca seni özlemek geliyor içimden.




Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey


14 Aralık 2009 Pazartesi

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİYE -9





Karanlığın içinde kedi gözlerden yansıyan ışıklar gibi, sana yeniden doğuşlarım filizlenirken uçurumların yamaçlarından, yıkıntıların içinden sağlam çıkmanın telaşındayım. Kaybedişlerimin top yekün sebeplerini gömüp bir an önce harabe bedenimin mezarlığına, yeni kaybedişlere yelken açan yanımı asıyorum mendireğe. Gururlanma insanoğlu öleceksin bir gün deyip kendime, dönüyorum bir an önce tüm kaybedişlerimden.



Bu güne kadar öylesine kaptırmışız ki kendimizi, fani dünyanın aldatıcı cazibesine. Kendimiz bile inanır olduk bile bile söylediğimiz kuyruklu yalanlarımıza. İşlediğimiz bile bile lades günahlarımızdan öteye geçtikte, başaklarını da arkamızdan çağırır olduk. Birde kendi günahlarımız yetmezmiş gibi onların günahlarını yüklenmeyi vaat ederek, onları da senin yolundan ayrılmaya çağırır olduk, cehennem ateşini hiçe sayarak.



Oysa her güzel gelen şey bitmeye mahkum idi. Gerçekler dikilince ebedi dünyamızda kurulacak Mahkeme-i Kübra da, hiç bir fiilimiz ve düşüncemiz gizlenmeden ayna gibi karşımıza. Derin ve uzun bir rüyadan uyanır gibi uyanacağız sonsuzluk diyarına. Ama şimdilerde aldanmışız bir kere. Sonsuzluk durağının istasyon şefi sanırız kendimizi. Sanki bu hayat hiç bitmeyecek gibi yaşamanın, sıhhat ve boş vakitlerimizi heba etmenin telaşındayız. Son durağa geliyor olmanın umursamazlığında gününü gün etmenin telaşında gafil insanlık.



Helal rızık kazanmanın telaşındayım onun için karıncayı örnek alırım kendime. Ahreti kazanıp kurtuluşuma ermek için getirdiğin ilahi kitap kuran-ı kerimi örnek alıyorum kendime. Bu devirde o da günah mı olurmuş, buda günah mı olurmuş diyenlere bakmıyorum bir an bile. Yıkmayı değil yapmayı, yoksulun elinden tutmayı, kini ve nefreti değil hoşgörü ve barışı hakim kılmayı istiyorum. Onun için seni örnek alıyorum ey kainatın sultanı gül yüzlü sevgili! Çevremde sevilen bir kişi olmak istiyorum ama sevmiyor insanlar hakikatleri söyleyenleri. Halkıma faydalı bir kişi olmak isteyenlerin önlerine acımasızca koyuyorlar enva-i çeşit dikenleri.



Yüce Mevlamın ismini anmak istiyorum kendimden geçinceye dek, Eyyup peygamberi örnek alıyorum. Becermiyorum. Çünkü; parmağıma diken batsa acısına dayanamıyorum. Oysa o diline gelinceye kadar tüm acılara dayanmıştı. Diline gelince yaralar rabbinin ismini anamam diye yakınmıştı. Sonsuza dek rabbime ve sana bağlı kalmak için Bilal-i Habeşi’yi örnek alıyorum. Beceremiyorum. Çünkü; sıcağa dayanamıyorum. Oysa o yakıcı güneşin çöl sıcağında dayanmıştı kocaman kayalara. Adaleti hakim kılmak için Ömer Bin Hattap-ı örnek alıyorum. Beceremiyorum. Çünkü; bu bilgi, cesaret ve beceri istiyor. Oysa o bir kişi haksızlığa uğrar diye uyumayıp sabaha kadar geziyordu. Yaratılana saygıda kusursuz olmayı istediğim için Yunus Emre ve Veysel Karanı bana örnek olsun diyorum. Herkese hoşgörülü olup sevgiyle kucak açmak için ‘gel ne olursan ol, bizim kapımız ümitsizlik kapısı değildir’ diyen Mevlana Celalettin Rumi bana örnek olsun diyorum. Onlar gibi olmanın hayalini bile kurmaktan acizim gül yüzlü sevgili!



Kevser suyundan bir damla, göz göze geleceğimiz bir anla, günah karda olsalar affet ya Rabbim diyecek şefaatında, bize de yer var mıdır acaba? Günah kar benceğize bir kurtuluş umudu var mıdır ey sultanlar sultanı gül yüzlü sevgili?



Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey



11 Aralık 2009 Cuma

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİYE -8




            Tutuşup hasretinle kavrulur nice bedenler. Kavuşmak ümidiyle nice tenler sana uçarlar. Bir mızraktan çıkan ok gibi yalnızlık saplanır sana sevdalı yüreklere. Ve gözlerden oluk oluk yaşlar akar. Bütün renkler yeşil beyazdır senin baktığın yerde. Ebedi karanlığa gömülür bin bir nefsani arzu ve gökler sana sevdaya donanır.


             Ebrehe’nin ordusuna karşı zümrüt gagalı ebabil kuşları senin geleceğini haber vermişti. Ebrehe feryat ederken seni ebedi aşk ile bekleyen Kabe-i Muazzama’yı yıkmak için deden Abdülmuttalib’in koruduğu. Filleri ise inatla sana sevgiyi isbat etmeye durdu Kabe’ye giden yolda.


             Bir şahadet uğruna sana açılan elin, parmağında gül biter. O şahadet ki Allah birdir, Allahtan başka ilah yoktur. Sen gül yüzlü sevgili Muhammed onun kulu ve elçisidir diye yükselir sana inanan her bir imanlı nefsin dudaklarından arşa. Seni peygamber olarak görebilmek ve nübüvvet yolunda sana yaren olabilmek için yalvardı Allah’a Nevfel bin Varaka ilahi aşkla.

             Bedenler irade-i cüziye denen mefhum ile özgür olsa da, yanlış atılan adımlar ve hatalar yaşamsal olarak kalır hep, göz açıp kapar gibi geride. Nefislerimizin arzularına boğun eğdik ve aldandık desek ne olur ki; geçen günler geçmiştir. Son pişmanlıklar geri döndürmez geçip giden zamanı. Artık dönemeyiz geriye, yön tek, aynı yere varacak çaresiz bütün yollar, hangi yönü seçersen seç. Ansızın kaçar gideriz dünyadan, uyanacağız o gün rüya sanacağımız fani hayattan gerçek hayata. O gün bize senden başka kim şefaat eder ey gül yüzlü sevgili?

             Hasretin çökünce şu garip gönlüme, yaşlar dolar gözlerime. Susar dilim, özler gözlerim ilahi aşkınla yanar ağlarım. Seni seviyor olmanın coşkusuyla yaşamanın mutluluğunu ve hazzını yaşamaya çalışıyorum. Deniz gülümser uzaklardan, gökyüzü gülümser, gündüz güneş, gece ay ve yıldızlar gülümser senin sevgini sana sevgiyle dolu yüreklerimize. Gecenin ve gündüzün İsrafil aleyhisselamın dahi sevgi esintilerini getirir yüreklerimize.
             Senin yokluğunda kelimeler yitik, mana öksüz şimdi. Cümle varlığımız aşk-ı sukuta daldı. Gözlerim keğıtlara dalar, bomboş bakarım. Acizaneyim ey sultanlar sultanı gül yüzlü sevgili, sana duygularımı yazmak gelir içimden. Dedim ya bundan da acizim, beceremem.


Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey


7 Aralık 2009 Pazartesi

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİYE -7




Rabbimin adıyla coşarak döner hu hu diye pervaneler. O’nun adını zikreder bütün ağaçlar ve çiçekler. Miraç gecesinde görme şerefine nail olduğun yüceler yücesi Allah’ın yolunda Aşk-ı derya ile kendinden geçer divaneler. Divaneler dini sorumluluktan yoksun olsalar da, Allah’a ve sen gül yüzlü sevgiliye karşı akiliz diyenlerden daha bir sevgiyle dolu sineler. Dillerimiz yüreğimizdeki güvercin pusularını geçerek, benliğimiz hakikate ulaşsın diye yineler.



Karanfiller dikelim gönüllerimizdeki sana hasret kıraç bayırlara. Sana sevgilerinden adını yazar göçmen kuşlar gökyüzünde geçerek sıralara. Kırılmış ve sarı başaklara dönen umut dolu gönüllerimiz kurtuluşu dilerde, günah kar benliğimiz çıkar yine de yollara. Sevgi yüklü, kurtuluşu ve cenneti gösteren gözlerini biz göremedik. Ama biliyoruz sevgi dolu ve bulutları yırtarak miraç’a çıkan ve ümmetinin kurtuluşu için Allah’a yalvaran düş gemisi gözlerini. Sevgi dolu gözlerinin verdiği cesaretle çıktık cennet dilediğimiz yollara.



Islak yastığıma ilahi hüznün düşünce sana sevdaya düştü bir kez daha gönlüm aciz. Sen bizim yakınımızdasın aslında, biz senen uzaklaştığımızın farkında değiliz. Üzerimize yeşil beyaz La ile he illallah Muhammed erasulullah yazan kadifeler serilsin de taşınsın kurtuluş sahiline gönül bahçelerimiz. Erisin şefaat sancağının gölgesin altında manevi benliğimiz. Cehennem çukurlarına bu bedenimi yatırmadan, hayal ettiğimiz misk kokulu saçlarının arasında kaybolmadan ilahi aşk atlasında kurtuluş ve bağışlanma dehlizlerine doğru kulaç atmadan kapanmasın şu fani dünyaya günah kar gözlerimiz.



Işık senin yüzüne vurduğu için aydınlık gelir bize. Yağmur senin göğsüne vurduğu için serinletir çevremizi. Rüzgar senin tenine değip geldiği için asrı saadetten günümüze, daha bir huzur getirir esişlerinde bize. Biz yine de sana susadık. Ey gül yüzlü sevgili özlemin cennet kokusu bize. Sen öksüzler sultanısın. Kuranın ilk bülbülü, bahtiyar kalplerin aşkla açan gülüsün.



Bundan böyle sokak çocuklarının üşümüş ellerini ısıtmak isteyecek bizimde ellerimiz. Kimsesizlerin yanan yüreğine bir avuç su taşıyacak ellerimiz. Nerde bir yardıma muhtaç varsa onu arayacak gözlerimiz. Nifaklar derlemek için değil, sevdalar ve hoşgörü dolu beraberlikler için olacak naçizane sözlerimiz ve eylemlerimiz. Daha bir aydınlık ve umutlu bakar belki hakikatlerden gafil gözlerimiz.



Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey


3 Aralık 2009 Perşembe

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİYE -3



Kalbimize girdiğin yollara pusular kurulmuş ey gül yüzlü sevgili. Artık insanların gönülleri insanlara kavuşmuyor. Anka kuşları dirilmiyor. Garip ve gurabaların diyarından kırlangıçlar geçmiyor artık. Bizim için gidişin hüzünlü bir sonbahardı. Sen gittin de aşk ve iman kalplerden ve gönüllerden çekildi.


Oysa gözleri seni gördüğü için hayatları daha bir güzeldi sahabenin. Sözlerini programlanmış bir robot gibi dinler ve anında uygulardı o güzel insanlar. Sözlerin ise o kadar güzel, o kadar yumuşak, o kadar etkileyiciydi ki, güneşin bile yüzünü güldürürdü. Susuşun dahi ibret dolu bir kitaptı. Anlamı vardı her bir söz ve davranışının. Bakışın canlara can katardı. Duruşun dağların bile başını dik tutardı.


Senin gül kokun cennet kokusunu hatırlatır bize, ey gül yüzlü sevgili sana kavuşmak cennet çiçeğidir. Sonsuz genişliklerin sırrını sen anlattın bize. Biz senden öğrendik, senin hayatını izleyerek öğrendik hakikatleri. Bebekler senin tebessümünü içiyor anne sütünden önce. Kelebekler seni bulabilmek için alabildiğine çırpar kanatlarını.


Çöldeyim sanki susuzum sözlerin bana Leyla’dır. Kuyularda Yusuf’um sözlerin bana Züleyha’dır. Sevgin, bize Yakup’un Yusuf’a olan sevgisidir ey gül yüzlü Seyda’m. Ateşlerde İbrahim ben görmek şerefine nail olamadığım, hadisçilerin ve alimlerin anlattıklarından öğrendiğim gözlerin bana derya. Sancılar içinde Meryem’im bakışın bana Hz İsa. Yaralar içinde Eyyub’um hasretin bana şifadır. Vuslata ermek için şu daracık göğsümün kafesinden çıkmayı bekliyorum.




Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİYE -6


Ey gül yüzlü sevgili ve Allah’ın kutlu elçisi!

Yollarımıza sen çıkmadan önce sonu karanlıktı yoların. Başlar haddi olmayarak gezerken kaf dağındaki bulutların arasında, ruhlar ve bedenler birbirinden kopuktu. Viran olmuştu ruhlar, aslında kalakalmıştı kafalar göçük altında. Kurtuluşu isteyen Adem oğlu ise yol gösterici bir gül aradı hep gülistanda. Sonra biz insanlığı kurtarmak ve bize kurtuluş yolunu göstermek için sen geldin fani dünyaya gül yüzlü güller sultanı.


Senin yaşadığın ve ilahi nurunla alemleri aydınlattığın zamanda biz yaşamadık. Ben yaşamadım. Onun için gözlerinin bakışları hiç değmedi gözlerimize. Senden yüzyıllar sonra dünyaya geldik. Sen dünya hayatına teşrif edip, görevini ikmal ettikten ve ebedi aleme hicret ettikten on dört yüz yıl sonra merhaba diyerek gözlerimizi açtık fani dünyaya. Ama ilk olarak ‘‘Allahtan başka ilah yoktur. Muhammed onun kulu ve elçisidir’’ diye okundu kulağıma ve tüm Müslüman bebeklerinin kulaklarına. Hiç tereddüt etmedik sana inanmakta ey gül yüzlü sevgili! Getirdiğin ilahi vahyi hemen kabul ettik. Buyruklarını ve bize örnek yaşamını öğrendik.

Seni görmesek de dünya gözüyle senin gösterdiğin yolda yürüyor olmanın sevinç resitaliyle her bir yanımız şaha kalkıyor. Saklanamaz bir çağlayışla sana kavuşmak ve Kevser havuzundan bir yudum su içmekle ilgili özlem duygularımız taştı. Beklenen ve özlenen kavuşma anında, biz günah kar ümmetlerine karşı yüzünde belirecek tatlı bir tebessümü düşünerek zincirledim yüreğimi. Ta ki ellerin tutuncaya kadar tövbe kar ellerimden. Gözlerinin sevgi dolu ve tatlı tebessümlerinin hayalini kurmaktayım.


İpi kopmuş tesbih taneleri gibi darmadağın olmuş Müslümanlar. Özgürlüklerimiz arsız, vicdansız ve hoşgörüden yoksun prangaların ucunda tutuklu kaldı. Kabus gibi siyah yürekli ve acımasızca kimyasal bomba atan siyah kelebekler hayallerimizi bile ipotek altına aldı. Dünlere ve ve can çekişen bu günlere hala dur diyemedik. Yarınları bir an önce kurtarmak gerektiğini çoğu zaman düşünemedik. Biz Müslümanları bölüp parçalayıp, sonrada onların dökülen kanlarıyla beslenenleri yüzyıllar boyu göremedik.

Yüreklerimizdeki barış ve hoşgörü güvercinlerimiz, önlerine kurulan derin pusuları geçerek sana ve ebedi kurtuluşa ulaşsın istiyoruz. Kırılmış ve kararmış sarı başaklara dönen küskün ve bir o kadar da azimli yüreklerimize, bulutları yırtan bir düş gemisi olsun bize dinlenesi sözlerin. En azgın putperestleri bile imana döndüren o dinlenesi sözlerin ey gül yüzlü sevgili.


Feyzullah Kırca

Akbaşlar Köyü / Dursunbey


25 Kasım 2009 Çarşamba

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİYE -5



                  Cehalet ve azgınlık doluydu sen gelmeden önceki günler. Güçsüzler ve kimsesiz garibanlardı hep ezilen ve hakir görülenler. Diri diri gömülüyordu günahsız ve niçin böyle bir cezaya layık görüldüklerini bile bilmeyen küçük kız çocukları. Kadın erkek eşitliğini ve kadına değer vermeyi sen öğrettin insanlığa gül yüzlü sevgili sultanım. İnsanlar vardı adına kölelik denen ve mal gibi aramızda alınıp satılan, alan kişi tepe tepe kullanıyordu. Sultanım onları ilahi nasihat ve tebliğlerin ile sen kurtardın. Köle diye eşya gibi, mal gibi alınıp satılan insanları alınıp satılmaktan sen kurtardın.



                Yollarımız vardı bizim kıvrım kıvrım akan Sakarya nehri misali. Bizi çıkışa götürmeyen ve kurtuluşa götürmeyen, Labirentler misali yollarımız vardı. Önümüzü görmeden, nereye varacağını bilmediğimiz, insanlık bizi nereye götüreceğini bilmediğimiz alametlere binmişti. Sonuçta gelecektik yinede kıyamete. Sen gelince anladı insanlık bu gidilen yolun sonu karanlık imiş.



                Gecenin karanlığından sonra dağların arkasından çıkan güneş gibi, bulutların arkasında gizlenip bulutlar çekildikten sonra ortaya çıkıp dünyayı ısıtan güneş gibi gül yüzlü sevgili sen doğdun bin dört yüz yıl önce ve dünyamızı aydınlattın. Bütün karanlıkları aydınlattın ve kurtuluş yolunu gösterdin tüm insanlığı aydınlatarak.



                Sendin sultanım insanlığın cehaletten kurtuluşu için beklenen. Sendin dünyada eksikliği hissedilen ve özlem ile istene ve beklenen. Bir yanımız hep eksikti yokluğunda. Musa a.s, Davut a.s ve İsa a.s. gelen ilahi kitaplar tahrip edildikten sonra manevi yanımız hep eksik kaldı yokluğunda. Susup kalıp kuruyan fidanlar misali ruhlarımız kurumaya yüz tutmuştu. Yağmurun toprağı suladığı gibi ruhlarımızın üzerine yağdırdın insanlığı kurtuluşa götürecek sevdanı gül yüzlü sultanım. Umutsuzluklara ait tüm gözyaşlarımızı silip, gözlerimize ve gönüllerimize mutluluğa dair damlalar döktün.



                Gül yüzlü sevgili! Tam ihtiyacı olduğu bir zamanda tuttun, cehalet batağındaki insanlığın ellerinden. Çıkmaza giden yollardan bizi kurtuluş yoluna döndürdün. Hiç düşünmedik gösterdiğin kurtuluş yolundan ayrılmayı. Hiç düşünmedik seni sevgi ve muhabbetle yerleştirdiğimiz gönüllerimizden çıkarmayı. Hasretinle yanıp kavrulsa da benliğimiz. Ebedi alem de sana kavuşmanın ümidi ve özlemiyle hasretimizi dindirmekteyiz.



                Sultanım insanlığın kurtuluşu için gösterdiğin yolları takip ederek, eksik ve hatalarımız ile sana kavuşmaya geliyoruz.





Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey

ŞÜKRETMEYİ BİLMEK GEREK




                 Şükretmek, biz insanoğluna verdiği her türlü nimetten dolayı dil ile ve kalp ile yüce Allah’a teşekkür etmek ve bu nimetleri kuranda belirtildiği şekilde kullanarak hakkını vermek demektir. Şükrün yani Allah’a teşekkürün kalben ve dil ile yapılmasının yanında fiilen de yapılması çok önemlidir.



                 Fiilen şükretmek ise Allah tarafından bize dünyada istifade etmemiz için verilen bunca nimetin bir kısmını yine onun yolunda, onun razı olacağı şekilde değerlendirmekle olur. Yani onun yolunda, onun rızası için tasarruf etmekle olur. İnsan mal, mülk, zenginlik, makam, mevki, itibar, zeka, ilim, bilgi ve sağlık gibi nimetleri Allah’ın emrettiği gibi kullanmaz ise verilen nimetlerin şükrünü hakkıyla yapamamış olur.



                Bu yüzden şükretmek kuranın bir çok yerinde tekrarlanan ve müminlerin çok titiz bir şekilde korumaları ve sahip çıkmaları gereken bir ibadettir. Bu ayetlerden bir kaçı şöyledir: ‘‘Hayır, artık yalnızca Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol,’’ (Zümer Suresi 66) ‘‘Öyleyse Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal ve temiz olanlarını yiyin; eğer O’na kulluk ediyorsanız Allah’ın nimetlerine şükredin.’’ (Nahl Suresi 114) buyuruyor.



                Allah’a teşekkür etmekle mümin, Allah’ın rızasını, sevgisini ve hoşnutluğunu kazanır. O’na daha fazla yakınlaşır. Kendisine mal ve servet kazandıran sebeplere ve aracılara takılmadan, sahip olduğu her şeyi ona Allah’ın verdiğini bilir. Allah sahip olduğu malı elinden geri almak isterse, onu yoksulluk ile imtihan etmeyi dilerse bunu yapmasına engel olacak hiçbir gücün olmadığını bilir. Bir yangınla felaketiyle, bir sel felaketiyle, dondurucu bir soğukla, bir deprem ile veya bir kaza ile geri alabileceğini bilir. Bunu bu şekilde bildiği içinde Allah’ın verdiği nimetlerden maddi olarak faydalanmakla birlikte, kalp ve dil ile teşekkür etmenin yanında; ihtiyaç sahiplerine, gerek zekat, gerek fitre, gerek kurban eti, gerek sadaka gibi yardımlarıyla maddi olarak da Allah’a şükretmenin manevi hazzını yaşamış olur. Böylece Allah’ın rızasını kazanmış ve o’nu en güzel şekilde yüceltmiş olur.



                 Bir başka ifadeyle şükür; verilen nimetleri yerli yerinde kullanıp Allah’a verdiği nimetlerle isyan etmemek, nimetleri kullanırken ve harcarken onları vereni unutmamaktır. Kuran-ı Kerimde ‘‘ Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niye azap etsin ki? Allah şükrün karşılığını verendir, hakkıyla bilendir.’’ (Nisa Suresi 147) ‘‘ Nimetlerime şükrederseniz elbet artırırım.’’ (İbrahim Suresi 7) buyruluyor. Nimetin kıymetini bilmeyip nankörlük etmek, elden çıkmasına sebeptir. Şükür ise, devamına ve bereketlenmesine yani çoğalmasına vesile olur.



                  İyilik edene, aynısıyla karşılık verilmelidir. Bunu yapmayan hiç olmazsa teşekkür etmelidir. Kendisine iyilikte bulunan kişiye veya kişilere dua etmelidir. Çünkü iyiliğe karşı iyilik insanlık vazifesidir. Bize en küçük bir iyilikte bulunan bir insana teşekkür etmeyi, en azından bir sağ ol demeyi ihmal etmiyorsak; bize her iyiliği yapan, bizi yoktan var eden, sıhhat ve sağlık veren, akıl ve zeka veren, her türlü ihtiyaçlarımız gideren Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Evrendeki gözle görebildiğimiz ve göremediğimiz uçsuz bucaksız devasa gezegenleri bizim istifademiz için yüzdüren Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Dünyadaki dağları, ovaları, okyanusları, denizleri ve büyüklü küçüklü nehirleri bizim hizmetimize suna Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Mevsimleri, ayaları, gün ve geceleri, bizim ihtiyacımız olan canlı ve cansız bütün devasa varlıklardan tutun, gözle göremediğimiz ama yeryüzündeki leşleri temizlemek görevi olan bakterileri bile bizim hizmetimize sunan Allah’a ne kadar şükretsek azdır.



                 Ama insanoğlu çoğu zaman hep nankörlük eder. Baba oğluna kocaman bir bağ bağışlar, oğlu babasına bir salkım üzüm bağışlayamaz. Komşusu komşusuyla yediğini içtiğini paylaşır. Komşusu onunla yolda karşılaşınca bir selam, bir merhaba bağışlayamaz. Arkadaşına misafir olduğunda, arkadaşı ona kuzu-koyun keser. Ama arkadaşı ona misafir olduğunda ise bir tavuk kesemez, hatta bir tas çorba, bir bardak çay bile bağışlayamaz.



                 Allah bize günde 24 saat vermiştir, biz ona kulları olarak, şükretmek için bir dakika bile ayıramıyoruz. Günde beş vakit namaz ortalama on beşer dakikadan yaklaşık olarak bir saat eder. Kulluk etmek için o bir saati bile Rabbimiz için harcayamıyoruz. Senede yiyip içmemiz için on iki ay vermiş bir ayını hem midelerinizi dinlendirin, hem de benim için oruç tutun diye emretmiş. On iki aydan bir ayının sadece gündüzlerini bile Rabbimiz için ayıramıyoruz. Örnekleri çoğaltmak mümkün, ama anlatmak istediğim meseleyi bu kadarı da izah edecektir.



                   Sonuç olarak şükür üç şekilde yapılır: 1- Kalp ile nimeti vereni tanıyıp O’na iman etmek suretiyle yapılır. 2- Dil ile nimeti vereni anmak, O’nu övmek ve O’nu tesbih etmekle yapılır. 3- Amel yani fiil ile Allahın emir ve yasaklarına uygun olarak hareket etmek ile yapılır.



Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / dursunbey

23 Kasım 2009 Pazartesi

BEREKETLİ VE HELAL KAZANÇ






El emeği göz nuru olarak bilinen ve emek yani çalışıp çabalama mahsülü olarak nitelendirilen helal kazanç ile ilgili peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: ‘‘ Hiçbir kimse kendi elinin emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir. Allah’ın peygamberi olan Davut (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.



Kişinin çalışarak sağladığı kazanç ve mallar en hayırlı ve bereketli kazançlarıdır. Sorumlu bulunduğu aile fertlerinin geçimini helal kazançtan temin etmeye çalışan kişi Allah’ın sevgisini ve hoşnutluğunu kazanır. Allah’ın sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmak ise bizlerin bu dünya da yapabileceği ana hedefimizdir. Allah (c.c.) : ‘‘insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.’’ (Necm Suresi 39) buyurur. Peygamberimiz ise tembelliği ve asalak bir böcek gibi başkalarının sırtından geçinmeyi yasaklamış ve: ‘‘ sizden herhangi biriniz ipini alıp da dağdan arkasına bir bağ odun yüklenerek getirip satması dilencilik yapmasından çok daha iyidir.’’ diye buyurmuştur.



İslam dini Müslümanların meşru ve helal olan yollardan kazanç elde etmelerinin istemiştir. Rızkımızı helal ve temiz olan yollardan elde etmemizi istemekte ve haram olan yollardan elde edilecek kazancı men etmektedir. Haram yollardan elde edilen kazançla helal olan mal-mülk ve rızklarımızı kirletmememizi istemektedir. Peygamberimiz bir önceki sözüne benzer bir şekilde: ‘‘ Birinizin urganını alarak sırtında odun getirip satması ve böylece Allah’ın lütfuyla, kendi ayakları üstünde durması insanlara el açmasından daha iyidir.’’ Buyurarak insanları çalışmaya, çaba göstermeye teşvik etmiştir. Bu bağ ve bahçede yapılan çalışma olabileceği gibi, zihin ve bilgi gücüne dayanan çalışma olarak da değerlendirilebilir.



Yüce yaratıcımız Allah insanlığın zarar göreceği her şeyi haram, faydalanacağı, insanlığın iyiliğine olan güzel şeyleri de helal kılmıştır. O halde Rabbimizin ortaya koyduğu helal ve haram sınırlarını asla aşmamalı ve helal kazanç peşinde koşmalıyız. Devlet hastanesindeki doktora muayeneye gidiyoruz. Özel muayenehanesine gitmediysen karşıdan bakıyor. Sıradan bir iki ilaçla gönderiyor. Özel muayenehanesine gittiysen seni hastanenin kapısında karşılıyor. O zaman devletin hastanesini tüm imkanları senin oluyor.



Devlet veya özel kurumlara eleman alınacağı zaman, kimin alınacağına karar verecek olan kişiye rüşveti gösterdin mi tamam, bir şekilde o iş senin oluyor. Ondan sonra saat onda işe gelmeler, hatta aybaşında gidip maaşı alıp yan gelip yatmalar başlıyor. Hizmet bekleyen haklı vatandaşı azarlamalar, haklı olarak işinin bir an önce yapılmasını istedi diye, devlet görevlisine mukavemet suçlamaları başlıyor. Bugün git yarın gel demek için bin bir dereden elek ile su getirmeler, mesai saatinde çay içmeler, afaki muhabbetler aşlıyor. Tandık biri geldi mi, işe rüşvet girdi mi sıra bile beklemeden çabucak olmazlar oluveriyor. Devlet gelin buraları özelleştirelim deyince devletin malını sattırmayız çığlıkları yükseliyor. Senin derdin devletin malı değil; özel şirket gelince, özelleşme olunca, sende işi aksatınca kapının önüne konulma korkusudur. Sana verilen görevi layıkıyla yapsan, yapmak niyetin olsa, devlet işi- özel şirket ayrımı yapmadan adam gibi çalışırsın. Hak hukuk bilir maaşını vatandaşın verdiği vergilerden aldığını düşünür, ailene ve geçimini sağlamak zorunda olduğun kişilere helal kazanç yedirirsin. Memleket için, malını sattırmam dediğin devlet için kaytarmadan çalışırsın. Üretim yaparsın ve devletini kalkındırırsın.



İnsan hayatını devam ettirebilmek için çalışmak ve üretip kazanmak zorundadır. Çünkü kişinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılaması için çalışması farzdır. İnsan yeryüzünün her tarafından istifade ederek meşru yollardan rızkını aramak hakkına sahiptir. Ancak çalışırken ilahi buyruklara ve kanuni düzenlemelere uygun olarak davranmak ve iş ahlakına riayet etmek mecburiyetindedir.



İslam dini; çalışanların birbirlerine sadakatle sarılmalarını, işlerinde hile ve aldatma yapmadan, insanları ve devleti kandırmadan çalışmalarını emir ve tavsiye eder. Yüce Allah; ‘‘ Ey iman edenler, Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz nimetleri haram edinmeyin. Allah’ın size rızk olarak verdiğinden helal, iyi ve temiz olarak yiyin’’ (Maide Suresi 87-88) buyurarak, rızkımızı helal ve temiz olanlardan elde etmemizi istemekte, haram yollardan elde edilecek kazancı men etmektedir.



Peygamberimiz; ‘‘ cennet ehlinin üç sınıf olduğunu, bunlardan bir sınıfın ailesi kalabalık olduğu halde harama el uzatmayan, haramdan uzak kalan kimseler’’ olduğunu bildirmiştir. İslam, insanları meşru emek ile kazanç elde etmeye teşvik ederken, gasp, kumar, rüşvet ve faiz gibi davranışları kesin olarak yasaklamıştır. Çünkü bu saydığımız islamın yasak ettiği şeyler insanlarda haksız kazanç, kolaycılık, hazır olanı elde etmek, başkalarının hakkına göz dikmek gibi davranışların gelişmesine neden olur.



Bununla beraber yüce dinimiz meşru bir emek ile elde edilen kazancın bereketli olduğunu, alın teri ve el emeğinin kutsal olduğunu, meşru kazancın kişiye dünyada rahat ve huzur kazandıracağını bildirmiştir. Ahiret için ise sevap kazandırıp, asıl hayat olan ebedi hayatımızı karartmayacağımızı bildirmiştir. Allah’ın rızasını kazanmayı hedefleyen Müminlere ve tüm insanlara, huzur ve emniyeti sağlamanın yollarını göstermiştir.


Dinimiz çalışma hayatına da titizlikle eğilir. Bir Müslüman’ın, kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmasını, helal olan meşru yollardan geçimini sağlamasını teşvik eder. Bunu yaparken diğer insanların hak ve hukukunu çiğnemeyi, başkalarına zararı dokunacak kazanç yollarını, kaçınılması gereken haram işler arasında sayar. Onun için peygamberimiz kendisi şöyle dua etmiş ve bize de helal rızk kazanma noktasında nasıl dua edeceğimizi öğretmiştir. Ve şöyle demiştir: ‘‘Allah’ım bana helal rızk nasip eyle, beni haramdan koru. Lutfunla beni başaklarına muhtaç etme.’’ demiştir.



Sonuç olarak az da olsa en bereketli kazanç, en bereketli gelir helal olan yollardan kazanılan gelirdir.





Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

22 Kasım 2009 Pazar

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİYE -4





Erisin gül yüzlü sevgili; Kıyamet gününde Liva-ül Hamd sancağın altında bedenlerimiz. Bu aciz gönüllerimiz sana kavuşmak umuduyla yanıp kavrulsun. Manevi bedenlerimiz ebedi kurtuluş makamları olan, sekiz cennet yurdundan birine hak etsin istiyoruz. Sana komşu olmayı Allah-ü Teala bizlere de nasip eylesin.



Öylesine yanıyor ki içim bazen. Keşke senin zamanında yaşasaydım da seni görebilme bahtiyarlığına nail olsaydım. Ya da keşke mescidi nebevide hutbe okurken yaslandığın asma fidanı olsaydım. Sana dokunma şerefine ve bahtiyarlığına nail olurdum. Sıcacık umutların yudumlandığı ve hayallerin renga renk yaşandığı bu telaşlı insanlığın fani harmanı dünya hayatında; Bin ömrüm olsa yine ağır aksakta olsa, eksiklerimde olsa, yine sana yürürdüm ey rahmet elçisi gül yüzlü sevgili!



Sana koşmanın mevsimi şimdi. Yaşadığın o kutlu beldelere koşma mevsimi şimdi. İslam’ın beş temel esasından biri olan Hac görevini ifa edebilmek için dalga dalga ve renga renk insan toplulukları sana koşma mevsimini yaşıyor. Hac görevini layıkıyla yapabilmek için telaşlı insanlığın harmanında bir koşuşturmaca yaşıyorlar. Ne mutlu onlara ki, biz bu yılda sana gelemedik.



Allahın varlığını belki de hiçe sayan, senin sevginden nasibini alamayan gafil insanlar ise; Yaklaşan mübarek bayram gününde hangi uzak ve yabancı ülkeye tatile gitsek diye, oralara gitmenin hesabını yapıyorlar. Bunun için iki buçuk saatlik senin yaşadığın kutlu beldelere gelmek yerine, altı saatlik Avrupa ve Amerika, 24 saatlik Avusturalya gibi ülkelere seyahati tercih ediyorlar. Onlara sana gelmek, bedevi Araplara para yedirmek demekmiş ey gül yüzlü sevgili. Akrabalık ve komşuluk bağlarını da hiçe sayar hale geldik. Mubarek bayram günlerinde seyahate gideceğiz diye, anne-baba ve yakın akrabaları da bayramda ziyaret etmez olduk.



Hristiyan adeti olan yıl başı kutlamalarında hindileri kesip yerken hayvan haklarını akıllarına getirmeyenlerimiz var bizim. Çam fidanlarını acımadan kesip telef ederken kılları bile kıpırdamayan, aklıevvellerimiz var bizim. Kurbanda kesilecek kurbanlık hayvanlar için pekte bir hayvan sever olup, yollara dökülüveriyorlar. Pekte bir hayvan sever oluveriyorlar.



Sultanım haddimiz olmayarak bize görünmesen de, şu kutlu günlerde evlerimize misafir olmanı dileriz. Ziyaretinle bizlerini şereflendirmeni dileriz. Biz sana, yaşadığın kutlu mekanlara bu yıl da gelemedik. Gül yüzlü sevgili sen bize gelir misin acaba?





Feyzullah Kırca

Akbaşlar Köyü / Dursunbey

17 Kasım 2009 Salı

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİYE -2



Selam sana ey gül yüzlü sevgili! Allah’ın kutlu elçisi! Güzel dinimin hakkı ile tebliğ edicisi. Senin müşfik bakışında, tebliğ ettiğin inanç ve yaşam esaslarının istikametinde yürüme gayretinde olacağım. Gösterdiğin yolda yürüyerek, toprağın yağmura doyması gibi sonsuz bir serinliğe ve kurtuluşa kavuşacağım. Sonsuz bir hülyanın ve ebedi kurtuluşunun eşiğine varacağımı umuyorum.



Ne hüznü eksilir ne de sana doyar bu gönlümün. Sen gittiğin günden beri çiçekleri ezildi dünyanın. Rüyaları boğuldu, gelecekleri perişan edildi günahsız biçare bebelerin. Mazlum canlar zulmetten usandı. Sen gittin de yüreklerden kan çekildi. İnsanlar arasındaki sevgi, merhamet ve hoşgörü bitti. Sen gittin dağlar dağlara mı küstü ne? Aşk kalplerden çekildi. Baharlarda ve dünyadaki tüm güzelliklerde seni gördüm. Güller ve gül kokuları bize seni hatırlatır, gül yüzlü kutlu sevgili.



İsyanlarımız çok oldu da isyanlarımızın farkında değiliz. O kadar unuttuk ki; unuttuğumuzun bile farkında değiliz. Sana ve yüce rabbimize kavuşacağımız o beklenen günde, bu yüzden bize nasıl bakacağını düşündükçe ürperiyorum. Korkudan içim titriyor ama ümit varım. Ya tanımaz isen bizleri vuslat gününde. Ya ‘beni sevmedin, sevseydin bana itaat ederdin. Tebliğ ettiğim Allah’ın dinine itaat ederdin’ dercesine görmezden gelirsen ağlayan gözlerimi.



Sözleri güneşin yüzünü güldüren gül yüzlü sevgili; Özlemin cennetin kokusu bana. Sana ve sevgine susadım. Çöllerinden geçiyorum sensizliğin. Sana yürüdüğüm yollara pusular kurulmuş. Medeniyet adına yapılıyormuş bunlar, herhalde medeniyet zorbalık olmalı. Hıçkırıklar yalanın harmanına karışmış; korunmasız gariplerin, yaşlıların, çocukların üzerine acımadan kimyasal bomba yağdıran zalimlerin sütten çıkmış ak kaşık olduğu bir dünyada yaşıyoruz.



Dağlar aradan çekilsin. Yokuşlar, mesafeler ve inişler bitsin ki yürüdüğün yollara toz olayım. Senin ayak izini öpen, Kabe’nin duvarına koyduğun Hacer-ul Esved’i öpen bir kul olayım. Senin hasretin ile yanar her yanım, bütün ufuklardan seni umarım. Gül yüzlü sevgili senin benden ve benim gibi günahkar kullardan rızanı ve şefaatini umarım.



Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey

14 Kasım 2009 Cumartesi

HAKLININ YANINDA YER ALMAK


Toplum içinde yaşayan insanların, birbirlerinin haklarına saygı göstererek, barış içerisinde insan olmanın bir gereğidir. Toplumun ve ülkemizin tüm insanlarının her türlü fitne, fesat ve kargaşadan uzak kalması yolunda herkes ve her kesim üzerine düşeni yapmak zorundadır. Bu cihetle hakkın yani doğrunun yanında yer almalıdır. Haklının yanında yer almalıdır. Haklıya destek olmalıdır.



Bir gün bedevilerden biri peygamberimizden alacağını istemeye gelmişti. Alacağını isterken de peygamber efendimize ağır sözler söylemişti. Sahabeden bazıları ‘sen kiminle konuştuğunu bilmiyorsun’ demişlerdi. Adam hiç onlara aldırmadan ‘ben hakkımı istemeye geldim’ demişti. Bunun üzerine Hz peygamber; ‘siz onun tarafında yer almalıydınız. Çünkü adam hakkını istiyor’ demişti. Havle adındaki kişiden ödünç aldığı hurmalar ile bedeviye olan borcunu ödemişti. Bedevi ise ‘ sen benim hakkımı çok iyi bir şekilde ödedin. Allah’ta sana mükafatını tam olarak versin’ diye dua etmiştir. Bunu üzerine Peygamberimiz: ‘ içlerindeki zayıf kimselerin incitilmeden hakkını alamadığı bir toplum yükselemez’ buyurdu.



Aile ve toplum olarak insanlar için yaşadığı oluşumların diğer fert ve toplumların haklarına saygı göstermelidir. Barış ve huzur içerisinde yaşamaları karşılıklı haklara saygıdan ve hoş görüden geçer. İnsan olmanın gereği de budur. Nisa Suresinde ‘(Ey Muhammed) Biz sana kitabı hak olarak indirdik ki; insanlar arasında Allah’ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma.’(Nisa 105)diyerek bu konuda bize evrensel bir prensibi hatırlatmaktadır. Hainlik ve haksızlıkların yanında yer almayıp, daima hakkın ve haklının yanında yer almamızı öğütlemektedir.



Haksızlığın karşısında durmak demek, hainliği ve kötülüğü savunmamak demek onları dışlamak ve onları ömür boyu düşman ilan etmek değildir. İhanetin cezasını hukuk çerçevesinde sormak ve onları bu yola teşvik eden etkenleri araştırıp, o etkenleri bertaraf etmek gerekir. Mahzumi kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmıştı. Mekke’nin ileri gelenleri yüksek bir aileye mensup olan bu kadının ceza görmemesini istemişlerdi. Bunun için peygamberimize kendisinin çok sevdiği Usame’yi aracı olarak gönderdiler. Peygamberimiz Usame’yi dinledikten sonra : ‘ sizden öncekiler bu gibi tarafgirlikleri sebebiyle helak olmuştu. Onlar, fakirler üzerinde en ağır cezaları uygularlar, zengin ve itibarlı olanlara ise ceza vermezlerdi’ buyurarak toplumda huzur ve adaletin tesis edilmesi için kurallara uyulmasının zorunluluğuna işaret etmişlerdir. Kanunların uygulanmasında ayrım yapılmamasının gereğini ve önemini vurgulamışlardır. Hakkın ve haklının yanında yer alınması istemişlerdir.



Aynı şekilde insan hak ve hürriyetlerinin kanunlar çerçevesinde, başkalarının hak ve özgürlüklerine müdahale edilmeden yaşanması ve yaşatılması gerekir. İnsanlar yukarıdaki örnekte olduğu gibi hırsızlık yapabilir. Adam öldürebilir. Haklarını alamadığı için topluma ve ülkeye karşı isyana kalkışabilir. Onlarla diyalogu kesmeden suçluların cezasını vermek kaydı şartı ile niçin isyana kalkıştıkları sorulmalıdır. Hak ettikleri şeyler ise; istedikleri onlara bu hakları verilmelidir.



Bir ailede çocuklardan biri baba ve annesinin sözünü dinlemediği bir durumda, söz dinlemez ve yola gelmez bir durumda olabilir. Anne ve baba o çocuk ile oturup birbirleriyle diyalog kurup meselelerini konuşarak halledebilmeleri daha kolay olacaktır. Ama anne-baba söz dinlemeyen çocuğuna değil en ağır cezaları vermek, bir tokat atsa çeker gider. Aralarına kendilerine ırgat ve istedikleri yöne götürebilecekleri kişilere ihtiyaç duyan köyün ağaları devreye girerler. Aileleri parça parça bölerler. Özellikle köylerde yeni evlenen çiftlere bu şekilde fit sokup, annen-baban sana haksızlık ediyor. Anne-babandan ayrıl, biz sana işte veririz. Her türlü yardımı yaparız derler. O çocuk kendi ailesine düşman olur. Sonra da özellikle parçalanan ailenin asi çocuklarını kendi menfaatleri doğrultusunda kullanırlar. Denizi gösterip bir bardak su içmesine bile fırsat vermezler. Ama anne-baba oturup onunla konuşsa derdini dinlese ve onun dertlerine çözüm bulmaya çalışsa, kendi meselelerini başkalarına müdahale fırsatı vermeden halletseler ailenin birlik beraberlikleri hiç bozulmaz.

Bu küçük aile örneğini ülkemizin başına yıllarca bela olduğunu düşündüğümüz terör meselesini de düşünürsek ne demek istediğim daha anlamlı hale gelecektir.



Hakikat sonsuz hatalar fanidir. Önemli olan hatalardan ders alıp, tekrar ettirmemek akıllıca olacaktır. Doğruluktan zarar görsek bile, yine doğru söylemeli, doğru yapmalıyız. Kaybettiğimizi düşündüğümüz şeyleri farkında olmadan geri kazanmış olacağız. Bize düşen haklının yanında yer almaktır. Aleyhimize de olsa haktan ayrılmamaktır. Efendim benim istediğim gibi düşünmeye ve yaşamaya hakkım var. Ama sen benim gibi düşünmek ve yaşamak zorundasın. Benim müsaade ettiğim kadar hayatını yaşayabilirsin mantığı haklı bir mantık değildir. Dağdaki çoban ile ben bir mi olacağım demek, dağdaki çoban ile benim oyum bir mi olacak demek bölücülüktür. Esas bölücülük ve ayrımcılık işte budur.



Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey


11 Kasım 2009 Çarşamba

RUZGAR EKEN FIRTINA BİÇER


Hep daha iyisini hak ettiğimizden dem vururuz. Hak etmediğimiz muamelelerle karşı karşıya kalmaktan yakınırız. Peki bizler karşımızdaki kişilere, muhataplarımıza aynı şekilde, bize davranılmasını istediğimiz şekilde Davrandık mı? davranıyormuyuz? Bundan sonra kendi beklentilerimizi karşılayacak şekilde, bize davranılmasını istediğimiz gibi davranışlarda buluna bilecekmiyiz..

Haksızlıklarla ve bizi öfkelendirecek durumlarla karşı karşıya kaldığımız mutlaka oluyor. Böyle durumlarla karşı karşıya kaldığımızda, sabırlı davranıp, olgunlukla karşılayıp daha büyük hatalara yol açmadan geçiştirebiliriz. Ama bizler genellikle öfkemize yenik düşerek, aklımızın tatile çıkmasına sebep oluyoruz. Ruzgar eken fırtına biçer diyen atalarımızı haklı çıkartırcasına, küçücük meseleleri büyüterek etrafa negatif enerji yayılmasına vesile oluyoruz.

İnsanlar zaman zaman çeşitli zorluklarla karşılaşırlar. Bu karşılaştıkları zorluklarla mücadele için çeşitli yöntemler geliştirirler. Bu tutumlardan en çok pişman olduğu tutumu, öfkeli olduğu zamanlarda takındığı tutumudur. Haklı bile olsa, kontrolden çıkmış olan bir öfkeyle hareket eden kimselerin aklı tatile çıkar. Aklı tatile çıkan kimselerin yanlış ve adil olmayan davranışlarda bulunması kaçınılmazdır. Akıl tatile çıkınca, kontrol edilemeyen öfke ve davranışların bizi bir dizi hataya sevk etmesi de kaçinılmaz olacaktır. Böyle durumlarda kontrollü ve sabırlı hareket edebilmek çok önemlidir.

Kalp kırmak ve gönül yıkmak gibi bazı hatalar vardır. Bunların telafisi imkansız olabilir. Bu tür hatalar insanı öfkeye sevk eden, canımızı çok sıkan olaydan daha çok sıkabilir ve üzebilir. Sonradan pişman olmamak için, şiddetli tepki gösterilebilecek durumlarda bile bilinç ve basireti kaybetmemek esas olmalıdır.

Böylece haktan, adaletten ve aftan yana takınılacak bir tutum ve davranış biçimi Allah’ın rızasına da uygun bir davranış biçimi olacaktır. Hem de o an için çok kızmış, çok öfkelenmiş bile olsak; arkadaşlarımızı, kardeşlerimizi ve komşularımızı kırmamış oluruz. Telafisi mümkün olamayabilecek hatalar yapmamış oluruz.

Bizim penceremizden meselenin bir diğer boyutu daha vardır. O da bugünün gençleri yarının ihtiyarlarıdır. Bugünün gelinleri yarının kaynanalarıdır. Adam anasına-babasına bakmamıştır. Tabiri caiz ise Ana-babası sürüne sürüne vefat etmiştir. Gün olmuş ilçe müftüsü köylerine gelmiş. Kürsüden nasihat ediyor. Bakmış adam oğluyla damadı da camide gelmişler. Hocam demiş adam bir soru sorabilirmiyim. Tabi buyur diyor müftü hocam. Bizim evlatlar bize bakmıyorlar diyor. Müftü hocam ne desin. Ne ekerseniz onu biçersiniz. Yada yazımızın başlığı, ruzgar eken fırtına biçer.

Bu konu da bir hikaye vardır. Adamın babası yaşlanmış. Bakıma muhtaç haldedir. Hanımı derki bıktım artık senin babana bakmaktan. Ya babandan ya benden vazgeçeceksin demiş. Adam ne yapsın. Baba ben seni gezdireyim demiş ve almış babasını sırtına ve dağlardaki bir çakılın dibine bırakmış gelmiş. Gün gelmiş kendisi de ihtiyarlamış. Onu da aynı şekilde oğlu götürmüş. Bakmış ki; oğlu kendisini de bırakacak gidecek. Ah oğlum ah! Bende dedeni böyle getirip bırakmıştım demiş. Oğul anlamış ki; bu işler sırayla olacak. Anlamış ki; eden bulacak. Anlamış ki; ruzgar eken fırtına biçecek. Almış babasını gelmiş köye.

Sözün özü, kendimize yapılmasını istemediğimizi başkasına reva görmeyeceğiz. Bu başkaları; ister ana-babamız olsun, ister akrabalarımız olsun, ister komşularımız olsun, isterse düşmanımız olsun.





Feyzullah Kırca

Akbaşlar Köyü İmam-Hatibi

KÖSTEBEĞİN HİKAYESİ

Günün birinde, köyün birinde iki varmış. Bu iki kardeşin babaları ölünce, miras pay edilecekmiş. Bir araya gelmişler. Miras paylaşım işini bilen bir adam bulmuşlar. Tarlaları ve babalarından kalan mirasları pay ettirmişler. Bir ok attırarak kura çekmişler. Kura çekmesine çekmişler. Ama büyük kardeş zamanla kendi payına düşeni çoğaltmak istese gerek. Küçük kardeşin hissesine düşen tarlaya saldırıyormuş. Yani sınırı kardeşinin payına düşen hisseye taşıyormuş.

Kardeşi ise Kendi yerine tecavüz edilmesine, Kendi tarlasının ağabeyi tarafından sınır atmak suretiyle küçültülmesine dayanamıyormuş. Ağabeyine böyle yapma, herkes kendi payını aldı. Neden sınır atıyorsun dediyse de; dinletememiş. Küçük kardeş öyle demiş olmamış. Böyle demiş olmamış.

Sonunda mahkemelik olmuşlar. Gel mahkeme, git mahkeme, sonunda keşif gelmiş. Sınırı belirleyip, büyük biraderi mahkeme masraflarını ödemeye mahkum etmişler. Ama büyük birader yola gelmemiş. Bir zaman sonra yine sınırı atmaya başlamış. Yine mahkemeye düşmüşler. Gel mahkeme, git mahkeme; gel duruşma, git duruşma derken yine keşif günü verilmiş.

Bu sefer büyük birader bir uyanıklık düşünmüş. Çocuk yaşta oğlu varmış. Sınıra, kendi belirlediği sınıra bir çukur kazıp oğlunu gömmüş. Birazdan biz buraya geldiğimizde sınır nerde deyince, sınır burada diye bağıracaksın demiş. Her sınır nerde dendiğinde; sınır burada diyeceksin demiş.

Keşifçiler gelmişler. Sınır orasıdır. Yok efendim burasıdır derken büyük birader toprağa soralım demiş. Toprak ne cevap verirse, sınır nerde derse oradadır demiş. Hiç öyle şey olur mu demiş hakim. Derken nasıl olsa toprak konuşmaz demişler. Sonunda kabul etmişler. Toprağa sormuşlar. Sınır nerde diye. Çocuk sınır burada deyince şaşırmışlar. Bir daha sormuşlar. Yine sınır burada demiş. Baştan kabul ettikleri için orayı sınır olarak kabul etmişler.

Ancak küçük birader, büyük biraderin oynadığı oyunu anlamış. Bunun üzerine senin buraya gömdüğün çocuk köstebek olup yerin altında dörsün (gezsin) dursun diye beddua etmiş. Keşif için gele hakimler ve diğerleri gitmişler. Büyük birader çocuğunu gömdüğü çukuru açıp bakmış. Fakat ne çocuk var ne de başka bir şey. Çocuk köstebek olmuş ve yeri yararak gitmiş. İşte köstebeğin hikayesi de böyle gelişmiş. Küçük birader tarladan olmuş ama büyük birader de çocuktan olmuş.

Şu üç günlük dünya da herkes payına razı olsa, insanlar hak etmedikleri mallara sahip olmayı istemek yerine; daha çok hayır ve hasenat yapsalar. Bunun gayreti içinde olsalar. Haksızlıklar ve adaletsizlikler son bulsa, hem bu dünyamızı hem de öbür dünyamızı kazanmış oluruz. Böylece hayat imtihanından da başarıyla ayrılmış oluruz.

Ama nerde? Bir çok insan üç kuruş için emdiği memeyi kesecek. Keşke insanlar öbür tarafa kirli çoraplarını dahi götüremeyeceklerini bir anlasalar.



Feyzullah Kırca

Akbaşlar köyü İmam-Hatibi

ERKEÇ ETİ 3,ARAP ETİ HİÇ PARA

Osmanlı Devleti zamanında 1600 lü yıllarda Karakız ve Geriovası çeşmelerinin başlarına diğer Yörük aşiretleriyle birlikte birde arap gelmiş.Arap diyorsak hakiki arap olmasada siyah tenli olduğu için arap deniyormuş. Bu arab’ın çalıştırdığı adamları da varmış. Karaağaç’taki bizim şimdiki köyün olduğu yere taşınmadan önceki eski köylüler ile o civara yerleşen Yörük aşiretlerini ilah ettirmiş. Bu arab’ın eşkiyalık ve zorbalıkları kendi adamlarını bile canından bezdirmiş. Halk bu arap’dan kurtulmak için öldürmek istemiş.Fakat bir türlü cesaret edip becerememişler.

Ne yapalım ne edelim derken, araştırıp Aydın taraflarından iki tane efe bulmuşlar. Bir eğlence düzenleyip ziyafet yapacağız diye Arab-ı da çağıralım demişler. Oyunlar oynayalım, eğlenelim ve bu esnada da Arab-ı öldürelim demişler. Efelere iki tane at hazırlayıp, atları şimdiki Rahim’in yatağının yani davarının olduğu yerin altındaki dereye saklamışlar.

Eğlence kurulmuş, Erkeçler kesilmiş ve oyunlar başlamiş. Efeler bıcak oyunu oynarken ellerindeki oyun bıçaklarını aynı anda Arap Ağa’ya sapladıktan sonra son sürat önceden hazırladıkları atlara binerek gitmişler.Arap Ağa’nın adamları peşlerinden koşmuşsa da yetişememişler. Zaten de yetişmek istememişler. Çünkü onlar da Arap Ağa’dan kurtulmak istiyorlarmış. Karaağaç’taki Akbaşlar Köyü halkı ve çevredeki sonradan gelen Yörük aşiretleri Arap öldü diye büyük sevinç yaşamışlar.Sevinçten büyük ve semiz Erkeçler ve Koçlar kesmişler.

Bir tarafta Arap Ağanın cesedini, diğer taraftaise Erkeçleri ve Koçları etlerini görenler. Erkeç eti üç para, Arap eti ise hiç para diye bağırışmışlar. Bugün bu söz hala halk arasında meşhur olarak anılmaktadır.



Feyzullah Kırca

Akbaşlar Köyü İmam-Hatibi

ÇANAKKALE RUHUNU ANLAMAK

Çanakkale deyince, Çanakkale ruhu deyince 18.Mart 1915 teki Çanakkale Deniz Savaşını ve Gelibolu Yarımadası’ndaki kara savaşları aklımıza gelir. Atalarımız Çanakkale de destan yazmıştır. Türk tarihine bir dönüm noktası daha belirlemişlerdir. Ta Orta Asya’dan Anadolu’ya yürüyüşteki gibi, Malazgirt Meydan Muharebesi’ndeki gibi, İstanbul’un fethindeki gibi Çanakkale de bir dönüm noktası olmuştur. Türk Milleti, yenilmez olduğunu dünyaya bir kez daha göstermiştir.

Çanakkale’yi Çanakkale yapan, yüce Türk Milletinin yeniden doğuş ruhudur. Çanakkale Savaşı, dünya tarihinin kaydettiği en büyük muharebelerden biridir. Türk Milleti Çanakkale de dünyaya savaşırken barışı öğretmiştir. Çeşitli milletlerden renkleri, dilleri, ırkları ve ülkeleri değişik, çeşitli milletlerden ordular bir karabasan gibi Milletimizin üstüne çöreklenmişlerdir. Mehmetçiğimizin göğsüne bomba ve mermi yağdırmışlardır. Gökler ölüm yağdırmış, yerler ölü fışkırmıştır.

Kahraman ecdadımız bu öldürücü silahların tehdidine karşı, iman dolu göğsünü siper etmiştir. Bir gül bahçesine girercesine vatan uğruna birazdan öleceğini bile bile ölüme koşmuşlardır. Ve vatan uğruna şehit olmayı bir şeref saymışlardır. Düşmanın gülleleri ve mermileri Mehmetçiğin üzerine yağmur gibi yağarken, Çanakkale Boğazı düşmana mezar

Olmuştur.

Yaşamak için değil, yaşatmak için var olmak, insanoğlunun kalbinde ve yüreğinde var olması gereken bu duygudur. Yaşamak için değil, Yaşatmak için var olma duygusunu anlayamayanlar, Çanakkale ruhunu anlayamazlar.

Çanakkale de tamamı şehit düşen Balıkesir Lisesi son sınıf öğrencilerinin ve diğer liselerden öğrencilerin, ölüme koşanlarını anlayamazlar. Cepheye mermi taşırken yolda donarak şehit olan Şerife bacıları, hayatının baharında cepheye koşan nice delikanlıları, Vatana kurban olsun diye kınalayıp cepheye gönderen anaları anlayamazlar.

Seyyid Onbaşının muharebe anında top güllesini, kemikleri çatırdarcasına omuzlayıp kaldırmıştır. Topun ağzına tıkmıştır. Komutanından ödül olarak daha güçlü olmak için, iki ekmek tayın istemiştir. Fakat Top güllesini kaldırmasını resmetmek için, tekrar kaldırmasını istemişlerdir. Defalarca denemesine rağmen kaldıramamıştır. Bu olayı bildiği halde, Seyyid onbaşının, top güllesini hangi güçle kaldırdığını, hangi ruhla kaldırdığını, hangi iman gücüyle kaldırdığını bilmeyenler; Çanakkale ruhunu anlayamazlar.

Savaş anında top güllesini kaldırdığında daha güçlü olup, vatana daha iyi hizmet için daha iyi besleneyim diye, öğünde iki tayin isteyen Seyit Onbaşı resim için gülleyi kaldıramadığını görmüştür. Tahtadan sembolik bir gülleyi kaldırıp resim çektirmiştir. Ve sonuçta top güllesini beden gücüyle değil de, iman gücüyle kaldırdığını anladığında iki tayin ekmek isteğinden vazgeçmiştir. Komutanına; ‘bende diğer askerler gibiyim. Ayrıcalıklı olmak istemiyorum.’ demesini anlamayanlar, Çanakkale ruhunu anlayamazlar.

Mermi yağmuru altında aman dileyen düşman askerini alıp, düşman mevzisine teslim ettikten sonra kendi mevzisine gelerek savaşa devam etmesini anlayamayanlar, Çanakkale ruhunu anlayamazlar. Yaralanıp savaş meydanında ölmek üzere olan Mehmetçikler, yanındaki askerleri düşünerek suyu diğer askerlere göndermişlerdir. Sonuçta üç Mehmetçikte suyu içemeden ölürler. Onlar; Yaşamak için değil, yaşatmak için var olmak, dediler. Yaralı Mehmetçiklerin suya çok ihtiyacı olmasına rağmen diğer yaralı askerlere göndermesini anlamayanlar, Çanakkale ruhunu anlayamazlar.

Soğuk ve yağmurlu kış gününde, bebeğinin üstünden örtüsünü alıp, top mermisini örten anayı anlamayanlar, Çanakkale ruhunu anlayamazlar.

Çanakkale de kazanılan zafer, savaşın ve tarihin akışını değiştirmiştir. Çanakkale de her türlü imkan bakımından kendisinden üstün ve güçlü ordulara karşı, inanılmaz bir direniş gösterilmiştir. Gösterilen bu üstün cesaret ve özveriyle ‘‘Çanakkale geçilmez’’ dedirten eşine az rastlanacak anlamlı bir kahramanlık destanı yazılmıştır.

Çanakkale de biz Türk Milletini, zamanın en güçlü ordularına karşı üstün kılan faktörler olmuştur. Bu faktörler ise; iman, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve beraberlik ruhu, hoşgörü ve affedicilik gibi ulvi duygu ve davranışlarımızdır. Bugünde milletçe aynı ruh ve inanca, aynı birlik ve beraberliğe, dayanışma ve hoşgörüye, vatan ve millet sevgisine ihtiyacımız vardır. Biz millet olarak muhabbet ve kardeşlik fedaileriyiz. Bizim husumete, kin ve düşmanlığa, birbirimizi yemeğe vaktimiz yoktur. Olmamalıdır.

Çanakkale de şahlanan ruh, milletimizin mayasını oluşturan ruhtur. Çanakkale ruhu dinin, imanın, vatanın, namusun, bayrağın, sevginin, hoşgörünün, hakka ve halka hizmet etmenin, kısaca bizi biz yapan değerlerin en zor şartlarda bile feda edilemeyeceğini ortaya koymuştur. Bu ruhu yaşattığımız müddetçe ulaşamayacağımız hiçbir hedef yoktur. Başaramayacağımız ve üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir mesele yoktur. Çözülmeyecek hiçbir problemimiz yoktur.

Renk, din, dil ve etnik kökene bakmadan kardeş olmalıyız. Çanakkale de, Kurtuluş savaşın da, ve daha nice zamanlarda bunu başardık. Bugünde aynı birlik ve beraberliği sağlayabiliriz. Bunu ülke ve millet olarak, akıl ve mantığımızla başarabilmeliyiz.

Dünyanın gittiği yeri doğru okumalıyız. Millet olarak Türkiye’nin birlik ve beraberliğini, refah ve medeniyetini, istikbalini ve istikrarını, özgürlüğünü ve güvenliğini, insanlık ve medeniyet bakımından gelişmesini sağlamak için çalışmalıyız.

Ama öncelikle bunun için Çanakkale ruhunu iyi idrak etmeliyiz ve o ruhu harekete geçirmeliyiz.





Feyzullah Kırca

Akbaşlar Köyü İmam-Hatibi

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİ-1


Öyle birini sevdim ki; gün onunla başlardı. Hayat onu tanıyınca başladı. Onu öğrenince başladı. Onun hayatını hayatıma örnek alınca başladı. Gözlerim uykudan uyandığında ilk onu yaratan yaratıcının adını terennüm eder dudağım. Yüreğim ve aklım onun için hicretinde söylenen şiiri söyler sesli ve sessiz olarak. ‘Ay doğdu üzerimize veda tepelerinden. Şükür gerekti bize hakka davetinden. Sen güneşsin. Sen aysın. Sen nur üstüne nursun. Ve sonrasında ey kutlu elçi sana söz verdik. Doğruluktan ayrılmayacağız. Sen ey esenlik yıldızı, senin sevginle dopdoluyuz’ der dudağım.



Ağaçlar, yaseminler, yediverenler, günebakan çiçekleri, sümbüller, zambaklar ve asıl güller onun kokusunu sunar benliğimize. Gül yüzlü sevgilinin kokusunu sunar kırmızı, mor, pembe, mavi, sarı ve beyaz güller hayata.



Gün yine onunla biter. Güneş guruba yürürken sanki bir an önce kavuşmak ister gibi gül yüzlü sevgiliye. Daha mı hızlı gider ne? Bizim için onu ve bizi yaratan yüce varlık alternatifsiz sevgilidirler. Ve o bizim için alternatifi olmayan sevgilidir. Biz onu severiz. O da biz sever. Biz girmeyince cennete girmem diyecek kadar o da bizi sever. Biz onu öyle sevdik ki; sevgimizde çünkü yok, fakat yok, ama ve maalesef yok.



O bizim için yağmurda gök kuşağımız, baharda ve kışta sevdamız, hastalık ve darlıkta dayanağımız, gözyaşlarımız da incimizdir. Öyle birine tutulduk ki; aramak için uzaklara gitmeyecek kadar yakınımızdadır. Ne zaman aşktan yana, sevgiliden yana bir söz duysak kalbimiz çıldırmışçasına onun için gümbürder.



O’nun estirdiği sevgi iki cihanı sarıp sarmalar. O’ nunla karanlıklar aydınlığa kavuşur. O varken hayatımızda, onun sevgisi varken hayatımızda ümitsizlik pılını pırtısını toplayıp gider. O’nun ile zorluklar kolay olur.



Öyle birine sevdalandık ki; ölümün ayak seslerini ve hatta kıyametin ayak seslerini duysak bile umurumuzda olmaz. Ölüm ve kıyamet bizim için vuslattır. O’na kavuşmaktır. Öyle birine mübtela olduk ki; o kalbimizden çıkacak olsa, ruhumuz bedenimizden sökülür gibi olur. Zifiri karanlıklar içinde kalıverir benliğimiz. O’nun adının geçmediği söz sukuttur bizim için. Onu ölesiye ve öylesine çok seviyoruz ki; canımızı da, yolumuzu da, gönlümüzü de O’nun yoluna döşedik.



O kalbimizden ve gönlümüzden çıktığı gün, bittiğimiz gündür. O gül yüzlü sevgili hayatımızdan çıktığı gün iflas ettiğimiz gündür. O öyle değerli ve önemli bir sevgilidir ki; dünya ay teşrif ettiğinde Mecusilerin bin yıldır yanmakta olan ateşi söndü. O fani hayata merhaba dedi diye Kisra Sarayı’nın on dört sütunu yerlerde sürünmüştür. O gül sevgili, cehalet içinde yüzen insanlığa kurtuluşu göstermek için dünyaya ilk gülümseyişini sunduğu gün Semave vadisinin suyu yeni dünyaya gelen gül yüzlü sevgiliyi görmrk istercesine taşarak etrafı basmıştır.



O’nun doğumu ile birlikte karanlık dünyamızı sabah sabahtan önce bembeyaz bir nur kaplamıştır. O gün dünya erkenden, imsak vaktinden önce sabaha kavuşmuştur. O’nun ile dünya huzur bulmuştur. O’nun gelmesiyle küçücük kız çocukları diri diri toprağa gömülmekten kurtulmuştur. O’nun gelmesiyle canlılar eziyet görmekten kurtulmuştur. O’nun gelmesiyle kurtuluş yolunu bulmuştur insanlar ve cinler.



Ey gül yüzlü sevgili! Bir daha yol göster bize. İnsanlar yine azgınlıkta ileri gidiyorlar. Aydınlık diye diye karanlığa gidiyorlar. Medeniyet ve uygarlık diye diye şeytanın peşine gidip, şeytanı mutlu ediyorlar. Azgınlıkta şeytanı bile solda sıfır bırakıyorlar. Senin getirdiğin hakikat ve kurtuluş yolu Kuran’a ve senin sünnetlerine on dört asır öncesinin safsataları diyorlar.



Hasretimiz var gül kokuna ey sevgili! Hasretimiz var gül yüzüne ey sevgili! Kurtar bizi kaybetmiş kullar olmaktan ey sevgili! Bir kez daha yol göster bize ey sevgili! Ve selam sana ey Allahın kutlu elçisi!



Feyzullah KIRCA

Akbaşlar Köyü / Dursunbey

KUL HAKKINA TECAVÜZ


İnsanların güvenli ve huzurlu bir toplumda yaşayabilmeleri için kul hakkına riayet etmeleri çok önemlidir. Kul hakkına saygı gösterilmesi İslam dinimizin temel ilkelerinin başında gelen ilkelerinden biridir. Çükü İslam dini prensip olarak toplum halinde yaşamayı, tek başıma yaşamaya tercih etmiştir. Toplum halinde yaşamayı tercih ederken de diğer insanların haklarına saygılı davranmayı emretmiştir. Din, can, mal, nesli (ırz ve namus), akıl gibi değerleri koruma altına almıştır.




Hz peygamber bir taraftan insanların ferdi haklarının korunmasına önem verirken diğer taraftan da onların toplum ile bütünleşmesine yardımcı olmuştur. Alış-verişte, ölçü-tartı da hile yapılarak diğer insanların aldatılması dinimizce yasaklanmıştır. Sevgili peygamberimiz ‘‘her Müslüman’ın diğer Müslüman’a canı, malı ve ırzı haramdır.’’ Buyurarak insanların mallarının, canlarının şeref ve haysiyetlerinin her türlü tecavüzden korunmuş olduğunu belirtmiştir.Bu hadisi şerif ve benzer hadislerde de vurgulandığı üzere dinimiz İslam; insanların Akıllarının, mallarının, canlarının, ırzlarının, namuslarının, din ve vicdan özgürlüklerinin, şeref haysiyetlerinin her türlü tecavüzden korumuştur.


Allah ın emir ve yasaklarından sakınmakla yükümlü tutulan müslümanın, herkesin hakkına saygı göstermesi gerekir. Müslüman Allah’ın haklarına riayet etmekle emir olunduğu gibi kul haklarına da riayet etmekle emir olunmuştur. Müslüman kul hakkına riayet ve dikkat eder. Haksızlığa karşı durur. Haksızlığın ağır vebalini düşünür ve her hak sahibinin kıyamet günü hakkını tam ve eksiksiz bir şekilde alacağını bilir. Kul hakkından itina ile kaçınır.


Oysa günümüzde bende Müslüman’ım, bizde Müslüman’ız diyen insanlar Allah korkusu bilmeden her türlü hak ve mal gaspını yapıyorlar. Bugün TV haberlerinde gördüğüm bir haber kanımızı donduracak cinstendi. İki bayan hırsızlık yaparken suçüstü yakalanmışlar. Kaçmaya başlamışlar. Polis o hırsızları takip ediyorken, onlar mahalledeki akrabalarına telefon edip kendilerini polisin onları yakalamaması için bir şeyler yapmalarını istiyorlar. Allahtan hırsızları mahalleye gelmeden polis yakalıyor. Mahalleli de onları polisin götürmemesi için, polise taş ve sopalarla karşı koyuyor. Önlerine barikatlar koyuyorlar. Bu millet, bu halk bu kadar Allah korkusu bilmez hale nasıl geldi.



Benim yaşadığım köyde; gece adam-eşiyle birlikte yatağında yatarken ve diğer oda da askerliğini yapmış oğlu yatarken; adamın başucundaki elbiselerini ve ceplerindeki parayı çalacak kadar Allahtan korkmaz oldu insanlar. Adam uyanır bizi yakalar korkusu olmadan girdiklerine göre her şeyi göze almışlar demektir. Ölmeyi ve öldürmeyi göze almışlar demektir. En önemlisi Müslüman olduğunu söyleyen insanlar bunu yaptığına göre Allahın her türlü uyarılarına rağmen cehennemi göze almışlar demektir. Ya da Müslüman olduklarını söyleseler de kafirler gibi öldükten sonra her şeyin yok olup gideceğini ve çürüyüp toprak olacaklarını zannediyorlar demektir. Ya da kıyamet günü mahşer yerinden, boynuzlu koyunun boynuzsuz koyundan hakkını almadan hiç kimsenin yerinden ayrılamayacağını akıllarına bile getirmiyorlar demektir.


Ama maalesef hakikat budur. Allah ibadetlerinizde eksiklik olduğunda tövbe ederseniz, bana karşı yaptığınız hatalardan pişmanlık duyup tövbe ederseniz, kurtuluşunuz için dua ve niyazda bulunursanız sizleri affederim. Lakin kul hakkı müstesnadır. Size hakkı geçen, hakkını ve hukukunu gasp ettiğiniz kimseler hakkını helal etmedikçe ben bir yapamam buyuruyor.



Kul hakkı deyince sadece kişilerin hakkı aklımıza geliyor olsa da; kişilerin kim olduğunu bilip bilinen haklar konusunda helalleşebiliriz. Kamu hakkından doğan bir kul hakkı vardır ki; bu tüm bir halkın, tüyü bitmedik yetimin hakkıdır. Bunda kimi bulup kiminle helalleşecek hak gasp eden insanlar. Vergi kaçırmaktan tutun, hazine arazisini sahiplenmek, kamu malını çalmaya varan hırsızlık çeşitleriyle üzerimize hakkı geçenlerle nasıl helalleşeceğiz.



Kaçırdığımız vergi, kaçak elektrik kullanma gibi yollarla kaçırdığımız paralardan dolayı, ödenek ayrılamadığı için; yapılamayan köprü, yol, vatandaşa götürülemeyen su, açılamayan okul, hizmet binası, zam verilemeyen emekli ve çalışanların maaşları, ödenemeyen garip ve yoksul insanların ilaç paraları, vs. bunlar tüm vatandaşların haklarının gaspı değil midir? Bunlar ülkemizin geleceği değil midir? Kendilerine kesim sahası açılsın diye orman yakma ve benzeri yollarla kamu malına zarar verilmiyor mu? Ormanlarımız ülkemizin geleceği değil mi?


Mesenlin bir başka yönü de herkes herkesi kendi gibi sanıyor. Bakıyorsun haramdan korkmayan, diğer insanların mallarını çaldığı bilinen insanlar, kapılarını kilitliyor. Hırsızlar ve arsızlar Allah korkusuyla hareket eden insanları iftira ve karalamalar yoluyla yaftalıyorlar.



Sevgili kardeşlerim boynuzlu koyunun boynuzsuz koyundan hakkını alacağı günden ve dünyadayken yaptığımız her şeyden ve emir olunduğumuz halde yapmadığımız her şeyden sorguya ve hesaba çekileceğimizi unutmadan yaşamımızı devam ettirelim. Kul hakkına el uzatmayalım. Dedi kodu, iftira, yalancı şahitlik ve insanlara kötü isimler takmaktan dolayı da kul hakkı doğduğunu unutmayalım. Kamu malı deniz yemeyen domuz değildir. Yemeyene yemediğini bildiği halde sırf onu kötülemek için yedi-yiyor diyen, kamu malı deniz yemeyen domuz deyip yiyendir.


Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

4 Kasım 2009 Çarşamba

İNSANLIĞIMIZI KAYBETMEYELİM


Malum hasat mevsimimiz geldi. İnsanoğlu olarak bizde karıncalar misali rızıklarımızın peşinde koşuşturmaya başladık. Hepimiz çalışıp, çoluk çocuğumuzun rızkını kazanmak ve dünya nimetlerinden faydalanmak için çaba sarf ediyoruz. Helal yollardan rızkımızı kazanmaya gayret ediyoruz. Müslüman, Allah’tan korkan ve Allah’ın rızasını uman insanlar olarak öyle yapmak da zorundayız.


Ama bunu yaparken insanlığımızdan ve adamlığımızdan ödün vermeden yapmalıyız. Komşularımızla gereksiz hır gür edip, kargaşa ortamı yaratma malıyız. Üç kuruş menfaat için komşu ve akrabalarımızı huzursuz etmemeliyiz. Komşularımızla sınır sınıra olan tarlamızın sınırındaki ağacın kolları benim tarladan tarafa geçiyor; kestirmeye kalkıyoruz. Kendimize göre haklıyızdır da. Ancak yazın sıcakta da şu ağacın gölgesi biraz büyük olsa da gölgelensek diyoruz. Ağacın benden yana geçen kollarını kes diye dalaşırken, yazın sıcakta o sınırlara ağaç gölgesi aramaya hakkımız olmasa gerek.

Yine başkasının tarlasından kendi tarlamıza hadır haldır geçerken, kendi tarlasına bizim yerden başka geçecek yeri olmayan, yada geçmeye ern musait yer bizim tarlamızken; yok ben tarlamdan geçirmem deme hakkımız da olmasa gerek. Tabi bunda kadastro çalışması yapılırken her şahsın tarlasına geçecek yol belirlemeyen değerli kadastro memurlarımızın ve onlara bilir kişilik yapanlarında kusuru yok değil.

Geçme ve geçirmeme olayına gelecek olursak, mecburen kendi tarlamızı ekip dikebilmek için en müsait yerden ve mümkünse en müsait zamanda geçmek durumundayız. Hepimiz kıyıdan köşeden bir yerden geçiyoruz. Efendim ben geçmiyorum diyecek olursa, kuşlar bile gülerler.

İlla da olmaz diyenlere de şunu söyleyeyim. Son çare mahkemeye gidilir. Men-i Müdahale getirilir. Zorda kalan kişinin tarlasına geçecek bir yol bulunur. Bununda usulü en müsait olan yerden 3 metrelik bir yasal yol vermek oluyor. Şahit olduğum bir kaç tane Men-i Müdahale olayında hep bunu gördüm.

Onun için tarlamızın bir kısmının yola ayrılmasını istemiyorsak, komşularımızı idare etmeliyiz. Kendi tarlalarına en müsait yerden geçmelerine müsaade etmeliyiz. Ama müsait yer varken, tarlanın ortasından geçen ya da tarlanın her tarafını yol yapana hepimizin söyleyecek sözü olur.

Benim tarlam, benim malım deyip, gururdan ve kibirden kasım kasım kasılıp yanına varılmayanlar; benim oğlum, benim kızım diye yanına varılmayanlara da şunu söylemeliyim. Hiçbir şey bizim değil, dünyadaki gördüğümüz her şey bize bir emanettir. Bedenimizden tutun da aldığımız nefese kadar her şey bir emanettir. Bizim olan tek bir şey var. O da ibadet ve salih amellerimizdir. Bu mallar benim diye, bu tarlalar benim diye yıllarca mahkemelerde sürünenler bugün aramızda yoklar. Ama o mallar hala varlar. Bir başkalarının ellerinde emanet olarak bulunmaktalar.

Hazinelerinin anahtarlarını kırk deveye taşıtan Karun da, mallarının hesabını bilmeyen Vehbi Koç ta kefenden başka kirli çoraplarını bile götüremediler öbür aleme. Lakin Allah yolunda hayır ve hasenata harcadılarsa o başka. Peygamberimizin ‘‘ Kişiyi kabre kadar üç şey takip eder. İkisi geri gelir. Birisi onunla kalır. Malı ve akrabaları geri gelir. İbadetleri ve hayır hasenatları onunla kalır.’’ hadisi gereği kişinin amelinden başka her şey burada kalır. Ancak insanların kullanmaya devam ettiği bir hayır yaptıysa, insanlar ve canlılar onu kullanmaya devam ettiği müddetçe sevap yazılmaya devam eder.

Rızık peşinde koşalım. Çalışalım ama bu bilincimizi hiç bir zaman kaybetmeyelim.

Komşularımızın hakkımızda iyi biriydi demelerine ihtiyacımız olacak. Şöyle bir bakalım; komşularımız bizimle şerrimizden korktuğu için mi iyi geçiniyorlar. Peyganberimiz ‘Komşusu, şerrinden emin olmayan kimse gerçek mü’min değildir(iman etmemiştir). [Bezzâr]

İnsan yağmur gibi olmalı …, herkesi ıslatabilmeli… Rahmeti kuşanıp herkese, her şeye merhamet etmeli.. İnsan sözünü; yağmur gibi yumuşakça indirmeli kulaklara; Kırıp dökmemeli, damla damla söylemeli, ince ince sevmeli… Şefkatli olup kimseyi küçümsememeli, hor görmemeli, kimsenin dalını kırmamalı.. İnsan yağmur gibi, bir görünmeli bir saklanmalı… Öyle ince olmalı ki, ihtiyaç duyan onu dizi dibinde bulmalı, ihtiyaç bittiğinde hiç şikayetsiz ortalıktan kaybolmalı.

Kalın sağlıcakla. Allahın selamı ve rahmeti üzerimize olsun.



Feyzullah KIRCA

Akbaşlar Köyü / Dursunbey

3 Kasım 2009 Salı

PENCEREYİ IŞIĞA AÇMAK

Işık ve karanlık zıt anlamlı ifadelerin geneli için kullanılabilecek anlam genişliğine sahip iki kavramdır. Genel olarak iyilik, hayır ve güzellikleri ışık temsil eder. Aydınlık temsil eder. Şerleri, melanetleri ve olumsuzlukları ise karanlık temsil eder.

Bu alem de soğuk-sıcak, gece-gündüz, yaz-kış, siyah-beyaz, sert-yumuşak ve erkek-dişi gibi madde alemi zıtlıklarının yanı sıra; iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik, emir-nehiy, kaybetmek-kazanmak, hayıt-şer, sevap-günah, iman-küfür gibi sayılarını çoğaltmanın mümkün olduğu zıtlıklar vardır. Bu zıtlıklar insanı maddi ve manevi boyutlarda, birçok açıdan ilgilendiren zıtlıklardır. Her toplumdaki böyle zıtlıkların ve kavramların genellikle hayatımıza şekil ve anlam kazandırmada etkilerini görmek mümkündür.

Yaratılan alem içindeki benzerlik ve zıtlıkların arasındaki anlamlı ilişkilerin varlığı kendini hemen fark ettirmektedir. Bu anlamlı ilişki ‘gündüz geceye, bende sana muhtacım’ gibi dizelerde bile kendini göstermiştir.

Işık sadece dünyamızı gecenin karanlığından çıkaran güneş ve benzeri anlamlara gelmez. Aynı zamanda, insanın aklını aydınlığa çıkaran, bilgisini ve gönlünü aydınlatan iman nuru anlamına da gelmektedir. Buradan bakıldığında ışığın karanlıkla mücadelesi sadece maddi bir mücadele olmayıp, hayatın her alanını kapsayan bir mücadele halini almaktadır.

Işıkla karanlığın mücadelesi ezelden beri sürmektedir. Zulüm ve adalet, hak ve batıl, iyi ve kötülerin mücadelesi tarih boyunca hep süre gelmiştir. İnsanlık tarihi boyunca ışığın, aydınlığın ve gelişmeni temsilcileri ile karanlığın ve kötülerin mücadelesi süre gelmiştir. Sonsuza kadarda sürüp gidecektir.

Dini anlamda bakıldığında ışık; her şeyin yüce Allah tarafından yaratıldığını; onu kudreti, bilgisi ve emriyle hareket ettiği gibi unsurların bilinçli olarak ve irademizle kabulünü temsil eder. Karanlık ise; bahsedilen iman esaslarının bilinçli olarak reddi anlamına gelen küfrü temsil etmektedir. Bazen imana ve ışığa yaklaşsa da; doğrudan ve güzellikten yana, hayır ve iyilikten yana davranışlarda bulunsa da; görünüşte inanıyormuş gibi yapan münafıklarda vardır. Onların durumu ise geceleyin ateş yakan insanların durumu gibidir.

Işığın; gecenin karanlığında varlık alemini aydınlattığı gibi, ilim ve kültür de insanları cehaletin karanlığından kurtarır. Bilgi insanı ebedi aydınlığa, imana ve dolayısıyla kurtuluşa götüren unsurlardan biridir. Yani bilgi ve kültür insanı ilahi ve ebedi kurtuluşa götürmelidir. Bu çerçevede üzerinde durulması gereken konu şu olmalıdır. Bilginin üretilmesi ve elde edilmesi kadar, kullanılması ve elde edilen bilgiden faydalanılması da bir o kadar önemlidir.

Bütün bu çağın imkanlarına rağmen, maddenin, para ve malın ötesine geçemeyip, her şeyi bunlardan ibaret saymak akıllıca olmayacaktır. Penceremizi imana, aydınlığa, gelişmeye, geleceğe, üretime ve değişime kapamak kendimizi karanlığa mahkum etmek olacaktır. Kendi yürüyeceğimiz yollara dikenler koymak, engeller koymak olacaktır.

Vücudunda herhangi bir arızası olan yada zihinsel faaliyetlerinde kısıtlılık bulunan kişilere engelli diyoruz. Bize göre; asıl engellilik kalbin penceresini imana ve her türlü gelişmeye kapamaktır. Oysa mesele pencereyi ışığa açmaktır. Gelişmeye ve doğrulara kulak vermektir. Aydınlığa ve huzura giden yolda yürümeye çalışmaktır.

Işığın karanlıkları söküp attığı gibi, manevi anlamda penceresini ışığa açanların kalbindeki perdeleri söker atar. İnançsızlık ve cehalet oraya yol bulamaz. Ama ilahi ışığa ve aydınlığa penceresini tam anlamıyla açamayanlar, ne kadar bilgili olsalar da, onları hakiki anlamda kurtuluşa götürmediği için aldanmış olacaklardır. Tıpkı gece ateş yakıp, sönünce yine karanlıkta kalmaları gibi olacaktır. İmam hatip lisesi mezunu hatta ilahiyat mezunu olup; ezan olunca cami dibindeki kahveden kalkıp namaza gitmeyenleri, gidemeyenleri bilgileri ne kadar aydınlatmıştır. Bizce bunu sorgulamaları gerekmektedir.

Güneş bütün dünyaya doğar, ama ışığı penceresinin perdesini açanlar görebilir. Gerçek bilgi ve ilahi vahiyde bütün insanlığa tebliğ edilir, Onunda akıl ve kalp gözünü açanlar farkına varabilir. İdrak edebilir. Aksi takdirde; Allah’ım fayda vermeyen ilimden ve kurtuluşa götürmeyen imandan sana sığınırım demekten başka bir ifade ve dua aklımıza gelmemektedir.

Güneşe doğru dönerek yürüyenlerin gölgeleri arkadan gelir, güneşe sırtını dönerek yürüyenler ise ancak ve ancak gölgelerini takip ederler.

Sonuç olarak ‘‘Pencereyi ışığa açmak’’ aslında bir düşünce şeklini, bir davranış şeklini, maddi ve manevi değerler karşısındaki bir duruşu, davranışı ve bakışı temsil etmektedir.





Feyzullah Kırca

Akbaşlar Köyü / Dursunbey