30 Ocak 2012 Pazartesi

DEĞİŞİM ve GELİŞİM

Sevgili okurlar, değerli meslektaşlarımız!

Değişim ve gelişim yoluyla hep daha iyiye ve daha güzele yol almaktan bahsedecek oluğumuz bu yazımıza başlarken öncelikle, değişim ne manaya gelir konusuna değinmek istiyorum.
Bir yapının, bir oluşumun veya bir varlığın önceki durumuna göre şekil ve yapısında gözlenebilen farklılık arz etmesi değişim olarak ifade edilebilir. Yine değişim isteyerek veya istemeyerek, planlı veya plansız herhangi bir şeyin, belli bir zaman içerisinde bulunduğu durumdan başka bir duruma dönüşmesi olarak ta ifade edilebilir. Aksi bir ifade ise statiklik, durağanlık, aynı kalma ve gelişen dünyaya direnme olarak ifade edilebilir.

Değişim deyince; gayri ihtiyari olarak yapılan değil, bambaşka bir şekil, çok farklı bir görüntü ve benzerlerinin benzersizini ortaya koyabilmektir. Bu anlamda değişim; büyüme ve gelişme gibi olay ve olguların yanında asıl yaratıcılık ve yepyeni bir buluşu veya çok farklı bir görseli ortaya koyabilmeyi gerektiren geniş kapsamlı bir kavramdır.

Bir diğer ifadeyle; yine eskinin yerine bambaşka ve çok daha verimli ve eskiyi de kapsayacak şekilde yeniden tasarlanmasıdır. Bir sistemin başlangıçtaki şeklinden farklı olarak, yeni bir şekler geçmek üzere yer ve şekil değiştirmesidir.

Bunun yanında hareket etme ve yürüme yoluyla yer değiştirme, üzerine küçük parçalar veya işin doğası gereği bilgiler ekleyerek değişim yapılmış olur. Eski adet ve olgular üzerinde gayri ihtiyari yapılan değişiklikler olur. Dilde, örf ve adetlerde, geleneklerde değişiklikler olabilir.

Yine eski model bir araba sahibi olduğumuzu varsayalım. Ona ne kadar yeni parça ve yeni araba sistemi ilave etmek istesek de, bu mümkün olmayacaktır. Çünkü arabamızın kasası eski parça ve eski mekanik sistemleri taşıyacak şekilde tasarlanmıştır. Yeni yapılan araba modeli kasalarına ise abs, haşbak, disk fren, vs gibi sistemlere uygun olarak tasarlandığından bunları eklemek daha kolay olacaktır.

Mesela eski bir bilgisayar düşünün. Kasası eski sisteme göre tasarlanmış bir kasadır. Ona da yükleyebileceğin donanım sınırlıdır. Yeni ve son sistem bilgisayar kasasını alıp daha kapsamlı ve son sistem donanımları yüklemek, yüksek verimli bir bilgisayar oluşturmak mümkündür. Böylece daha yüksek kalitede verimliliğe ulaşabilmek etkinlik derecesini ve kapasitesini artırabilmek mümkündür.

Her yeni gün insan için yeni bir dünyaya, yeni bir gelişim ortamına girme fırsatı, daha iyi bir güzellik yaşama fırsatı ve daha güzel bir görsellik fırsatı yaratabilir. Tıpkı bir çocuğun bebeklikten çocukluğa, çocukluktan gençliğe, gençlik evresinden evlilik evresine gelişerek ve büyüyerek değişimlere ve dönüşümlere uğrayarak hayat uyum sağlıyor.

İnsanlar daha güzelini ve daha iyisini ortaya koymak için gerekli imkânı ve fırsatı bulduğunda değişmeyip, gelişmeyip ne diye yeniliklere ayak uydurmasınlar?

Bazı düşüncelere göre hiç değişmeyen insanlar çok güvenilir ve istikrarlı görülür. Dün bir konuda farklı düşünenlerin fikirleri hiç mi gelişip bu gün daha farklı düşünmez? Yepyeni fikirlere hiç mi açmaz aklını yeni fikirlere? Dün yaya yürüyorduk, eşeğe bindik, sonra bisiklete, sonra arabaya ve uçağa biniyoruz. Belki yarın gezegenler arasında gezeceğiz. Gezmeyelim mi?

Dün üç ay kursa giderek namaz dualarını bilenler imam oluyordu. Sonra hatim indirip kuranı yüzüne okumasını bilenler imam oldu. Gün ilerledi hafızlar imam oldu. Sonra imam hatibin orta kısmını bitirenler, sonraya liseyi bitirenler. Gün o gündür ki; ilahiyat mezunları imam olarak tercih edilir oldu. Yakın bir zaman gelecek ilahiyat mezunu olmayan imam olamayacak. Gelişim devam edip gidecek.

Allahın yeryüzünün halifesi olarak yarattığı insanoğlunun daha güzel bir hayat sürmesi ve her iki cihanda da kurtuluşa ermesi için seçtiği İslam dininin iman esasları dışında kalan kuralları bile insanın gelişim ve değişim süreciyle orantılı olarak şekillenmiştir.

Zaten insan değişmek için vardır. Okumak, sormak, öğrenmek, anlamak ve öğretmek için vardır. Aslında madde ve mana varlığı değişmez. Ancak insanın beyni ve algı kapasitesi geliştikçe ve zaman içinde ilim ve bilim geliştikçe gelişim ve değişim seviyesi de artacaktır. Aslında var olan şeyler değişmiyor, sadece bizim algımız ve var olan bazı şeyleri keşfimiz devam ettikçe biz insanoğlu yenilikler ortaya koymaya devam edecektir.

Değişim nedir konusuna karınca kaderince bir göz atıp birkaç kelam ettikten sonra, asıl konuya gelebiliriz. İmamların buluşma noktası forumunda yapılan değişim ve gelişmelerden bahsedebiliriz.

Sitemize en gelişmiş haber sitesi formatlarından bir site daha açarak forum sitemizi; diyanet personelimiz başta olmak üzere, siz değerli ziyaretçilerimizin hizmetine sunmuş bulunmaktan mutluluk duyarız. İmamlar org haber sitemizin ve imamlar org sitemizin hizmetleri siz değerli ziyaretçilerimizin teveccühlerine layık olmak için değişmeye ve gelişmeye devam edecektir.

İlk köşe yazımla sizlerin huzuruna çıkmaya başlayacak olan yazılarımı ve sizlere layık olmaya çalışan sitemizi izlemeye devam etmediniz dilek ve temennisiyle, sizleri yüce Allah’ımızın selamıyla selamlarım.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

NAMAZDA HUŞU VE HUDU


Kendi başımıza da çoğunlukla gelen namazdaki vesveseden ve beynimizi namaz esnasında işgal eden dünyevi düşüncelerden sıyrılamadığımız gerçeğini ifade eder olmuşuzdur. Ne kadar istesek de namazlarımızı huşu ile kılmayı beceremeyiz.

Oysa namazlarımız biz müminlerin miracıdır. Peygamberimiz miraç gecesi yüce Allah ile bizzat görüşmüştür. Müminlerin miracının ise namaz olduğunu beyan ederek; ‘Namaz müminin miracıdır’ buyurmuşlardır.

İmam Rabbani hazretleri buyuruyor ki; ‘ Namaz, İslam’ın beş şartından ikincisidir. Bütün ibadetleri kendisinde toplamıştır. İslam’ın beşte bir parçası ise de, bu toplayıcılığından dolayı yalnız başına Müslümanlık demek olmuştur. İnsanı Allah-ü tealanın sevgisine kavuşturacak işlerin birincisi olmuştur. Âlemlerin efendisi sevgili peygamberimiz miraç gecesinde cennetteki rüyet şerefi dünyaya indikten sonra dünyanın haline uygun olarak sadece namazda müyesser olmuştur’. Bunun için de namazın müminlerin miracı olduğunu ifade etmiştir.

Namaza duran kişi namaza başlama tekbiriyle birlikte sadece Allah-ü tealanın büyüklüğünü ve yüceliğini düşünerek, huşu ve hudu (kalpte devamlı olan Allah korkusu) içindeki bir halde olması gerekir. Öyle ki bu hal ile kılınan namaz, dünyalık olan her şeyden sıyrılıp bizi kendinden geçme haline eriştirmelidir.

Hz Ali (r.a)'nin savaşta vücuduna saplanan okun namaz kılarken çıkarılması olayı meşhurdur. Nitekim bir keresinde baldırına bir ok saplanmıştı. Çıkarmak için uğraşılmış ve verdiği acıdan dolayı çıkarılamamıştı. Oku çıkarma girişimi Hz Ali’nin vücuduna çok acı veriyordu. Hz. Ali’nin namaza durmasına ve okun bu namaz esnasında çıkarılmasına karar verildi. Nafile Namaz kılmaya başlayan Hz. Ali secdeye kapanınca, oku kuvvetle çektiler ve çıkardılar. Namazı bitirince etrafına bakınarak "oku çıkardınız mı?" diye soran Hz. Ali'ye oradakiler çoktan çıkardık dediler.

Hz. Ali (r.a)’nin namaz vakti gelince, vücudu titremeye başlar ve yüzü sararırdı. Sebebini soranlara şöyle derdi: "Yerle göğün kaldıramadığı, dağların taşımaktan aciz kaldığı bir emaneti eda etme zamanı gelmiştir. Onu kusursuz olarak yapabilecek miyim, yapamayacak mıyım bilemiyorum" demiştir.

Misver b. Mahreme diyor ki: ‘Ömer bin Hattab hançerlendikten sonra yanına geldim. Ve oradakilere: "Durumu nasıl?" dedim."Gördüğün gibi." diye cevap verdiler. Namazı hatırlatarak onu uyandırın namazdan daha önemli dahi olsa, başka bir şeyi hatırlatarak onu uyandıramazsınız dedim. "Ey müminlerin emiri! Namaz vakti geldi."dediler."Haa! Peki, hemen kalkayım."dedi. İslam'da namazı terk edenin durumunu düşündü. Yarasından kan aka aka namazını kıldı’. (Teberani, Hayatü's sahabe)

Namaz öyle bir ibadettir ki; peygamberin ifadesinde yerini bulan, namaz kılan müminlerin yüce Allah-ü Teâlâ ile miraç etmesi anlamına gelen bir ibadettir. Peygamberimizin, kulun yaratanına en yakın olduğu görüşme anı olarak ifade ettiği andır. Bakın burada bedensel olarak kılınan namazın içinde bir başka namaz daha olduğuna işaret vardır. Bedensel namazın amacı; namaz kılan kişinin, namazın içinde bir başka namazın daha olduğunu idrak etmesi içindir. Yani kıldığımız namazı yüce Allah ile görüşüyormuş gibi huşu içinde kılmanın yanında, o namaz ki bizleri Allahın razı olacağı her türlü güzel işe yöneltmeli, razı olmayacağı kötü ve zararlı olan her şeyden de bizi uzaklaştırmalıdır.

Maun Suresinde; ‘1.Dini yalanlayanı gördün mü? 2.İşte O'dur yetimi şiddetle iten, 3.Yoksulu doyurmaya teşvik etmeyen, 4.Vay o namaz kılanların haline, 5.Ki onlar, kıldıkları namazdan gafildirler. 6.Ki onlar, gösteriş yaparlar, 7.Ve zekâtı da men ederler.’ buyrulmaktadır.

Biz müminleri kötülüklerden uzaklaştırmayan, iyi ve güzel olan şeylere sevk ettirmeden kılınan namazlar için ‘Vay o namaz kılanların haline. Ki onlar, namazlarından gafildirler’ diye buyurmuştur. Böylece namazın ne manaya geldiğini ve nasıl bir ahlaki özelliğe sevk etmesi gerektiğini idrak edemeyen biz müminler için, namazın nasıl bir ruh haliyle ve nasıl bir ameli düşünce ile kılınması gerektiğini hatırlatmıştır.

‘Andolsun ki; insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız’. (Kaf Suresi16) diye buyuran yüce rabbimize, müminin miracı olan namaz ile daha da yaklaşacağı mutlaktır. İşte bu yüzden olsa gerek, kulun kalbini en çok burada kurcalıyor olması bundan dolayı olsa gerektir.

Çünkü namazını huşu ile kılamayan ve namazında ihlâs ve ihsanı yakalayamayan müminlerin tuzağına daha kolay düşeceğini bilmektedir. Bu yüzden namazda kullara vesvese vermektedir. Bu yüzden şeytanın tek hedefi kalptir. Tek emeli; kalbi bozmak, onu işe yaramaz hale getirmektir. Yani namazdaki vesvese şeytanın işidir. Şeytandan kaynaklanan bir musibettir.

Şeytanın hedef tahtası olan kalp ile ilgili birkaç ayet zikredecek olursak: "Bilin ki, Allah kişinin kalbine ondan daha yakındır."(Enfal Sûresi 24) "Kim Allah'a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet verir." (Teğâbün Sûresi 11) "Kalbler ancak Allah'ın zikriyle huzura kavuşur." (Ra'd Sûresi, 28) "İmanlarına iman katmak için mü'minlerin kalblerine sükûnet ve emniyet veren Odur." (Fetih Sûresi 4) "Allah size imanı sevdirdi, onu kalblerinize benimsetti." (Hucurât Sûresi 7) "Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer." (Enfal Sûresi 2)
Yüzlerce ayetten sadece mealini verdiğimiz bu birkaç ayetti kerimeden, kalbin şu özelliklerini öğreniyoruz: 1. Allah kalbe yakındır. 2. Allah kalbe hidayet verir. 3. Kalp Allah'ın zikriyle huzura kavuşur. 4. Allah kalbe sükûnet ve emniyet verir. 5. Allah imanı kalplere benimsetir.
Bu ir kaç ayetten de anlaşılacağı üzere, kalp imanın merkezidir. Hidayetin, sükûnun, huzurun bütün duygularımızın merkezidir. Şeytan kuldaki bütün iyilik ve güzellikleri yok etmek, müminleri yaratanından uzaklaştırmak için her düzenbazlıkları, hile ve oyunları yapar.
Şeytanın bu hile ve oyunlarına yakalanmaktan kalbimizi temiz ve uzak tutmak öncelikli meselemiz olmalıdır. Yoksa kalp bir kere bozuldu mu, bütün beden ve duygular bozulur.

Bir hadisinde peygamberimiz; "Dikkat ediniz! Bedende bir et parçası vardır; o düzeldiğinde bütün beden düzelir, o bozulduğunda da bütün beden bozulur" buyurmaktadır.

Kalbin Allah’a yaklaşmasını engellemek ve tuzağına düşürmek için yaptığı LEMME hadis âlimleri tarafından ‘şeytanın inmesi, yakınlığı, dokunması ve vesvesesi’ olarak açıklanırken, meleğin güzel işler için yaptığı LEMME ise ‘ilham’ olarak izah edilmiştir.

Bu sebeple lemme; şeytan ve meleğin kalpteki merkez üssü, karargâh kurduğu yer ve irtibata geçtiği haberleşme santralidir. Şeytan kalbe sürekli vesvese okları atarak insanı şüpheye, küfre, isyana, kötüye, zararlı olana ve dolayısıyla hep günaha teşvik eder. Hele bir de yer etmeye başlarsa hakkı ve hakikati reddetmeye kadar götürür. Melek ise ilham vererek, hayra, güzel olan, sevap olan işlere, hakka ve hakikate çağırır.

Bahsetmeye çalıştığımız namazdaki vesvese de şeytanın kalbe yaptığı lemmesidir. İnsanın Allah’a en yakın olduğu yerde, yani namazda insana musallat olmaktadır. Onu kendimizden uzak utmak için, namazlarımızı ihlâsla, ihsanla ve huşu içinde kılmalıyız. Bunu da öncelikle Allah’ın huzuruna durduğumuz bilinciyle namaz kılmakla, miraçtaymış gibi, yani onu görüyormuş gibi namaz kılmakla başarabiliriz.

İnsanlar valinin, kaymakamın, sıradan bir müdürün karşısına çıkacak olduğunda günler öncesinden hazırlanmaya başlarken, çıkacağı makamdaki kişinin hoşlanmayacağı işleri kulağına gider diye korkup kendine çeki düzen veririz. Ancak günde beş defa namaz için huzuruna durduğumuz halde; bizlerin yaptığı, yapacağı ve yapmayı kalbinden geçirdiği her şeyi bildiğini kabul ettiğimiz yüce yaratanın yasak ettiği amellerden uzak durup, kendimizi onun huzuruna çıkmaya hazırlamamız gerekmez mi? Evet gerekir.

Namazdan sonra günaha yönelmek isteyen kul, şimdi Allah’ın huzurundan ayrıldım. Biraz sonra sonraki namaz için yine onun karşısına duracağım diye düşünüp, günaha girmekten kaçınmakla başarabiliriz. Onun için diyoruz ki; namaz bizi kötülüklerden uzaklaştırmalıdır. Bu bilince ve maharete ulaşamadan kıldığımız namazlar için yüce Rabbim ‘vay o namaz kılanların haline’ diyor.
Yüce peygamberimizin ‘namazda kim dünyalık bir şey düşünmeden, ihsan ve ihlâsla namazını kılarsa ona hırkamı vereceğim’ demişti. Dünyadayken cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Hz Ali (r.a.) ben kılarım demişti. Ancak namazında ‘acaba eski olanı mı verecek, yeni olanı mı verecek’ diye düşündüğünü hatırlayacak olursak; bunu başardığımda sorunu çözmüş, namazı gerektiği kılmayı başarmış ve miracımızı layıkıyla gerçekleştirmiş oluruz.

Yüce Rabbim namazlarında istenen ihsan ve ihlâsla namaz kılabilen kullarından olmayı bizlere nasip etsin. Rabbim şahsımıza(ruhumuza ve bedenimize), ailemize, topluma ve çevremize zarar veren kötülüklerden ve zararlı şeylerden uzaklaşmamızı sağlayan namazı kılmayı nasip etsin. Amin!

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

15 Ocak 2012 Pazar

İSLAM AHLAKI VE İNSAN


İnsan bedeni ve ruhuyla bütünlük arz eden bir varlıktır. Bedeni ve ruhi varlık olması dolayısıyla istekler ve eğilimler varlığıdır. Bu istek ve eğilimleri nasıl gerçekleştireceği konusu insanın ahlaki boyutunu önemli kılar.

Bir diğer önemli nokta ise; insan toplumsal bir varlıktır. İnsan kelimesinin türediği üns kelime kökü insan ve ünsiyet kelimelerini çağrıştırarak, beraber yaşama anlamıyla bize insanın toplumsal ve sosyal yönünü hatırlatır. İnsan toplumsal bir varlık olunca; onun toplumda öncelikle kendisine karşı olmakla birlikte, aile fertlerine, komşularına ve ülkesinin insanlarına karşı bir takım sorumluluk ve uyması gereken ilkeleri vardır.

İşte bu ilkelerin şahsi olanlarına bireysel ahlak, ailevi olan ilkelere aile ahlakı, toplumsal olanlarına ise toplum ahlakı denir. Bu ilkelerde din, ahlak ve hukuk birbirine destek verir. Diğer birçok ilahi ve batıl dinlerde olduğu gibi İslam dinimizin de koyduğu ahlak ilkeleri toplumsal huzur ve mutluluğun elde edilmesini en ön planda tutmuştur. Yani öncelikli olarak yeryüzünün eşrefi mahlûku olarak yaratılan insanın sağlık ve afiyet üzere, dünya huzuru ve mutluluğu içinde yaşamasını ön planda tutmuştur.

Bizim esas alacağımız işte bu İslam ahlakı ilkeleri ise; doğruluk, yardımlaşama, dayanışma, herkesle iyi geçinme, büyükleri sayma, küçükleri sevme, iyiliği tavsiye etme, kötülükten sakındırma, ana babaya ilgilenip onlara iyi bakma ve güzel davranma, kardeş ve akrabalar başta olmak üzere tolumla ilişkilere önem verip haklarını gözetme, eş ve çocuklara güzel davranışlar sergileme gibi çoğaltabileceğimiz ilkelerdir.

Yeryüzünün halifesi olma gibi erdem ile mükemmel bir varlık olarak yaratılan insanı; felsefi insan bilimcisi, araştırmacı ve düşünürler ‘biyopşişik’ bir varlık olarak belirtirler. Yani insan ne tek başına biyolojik bir varlıktır. Ne de tek başına psişik bir varlıktır.

Bu sebepten dolayı hem biyolojik yani bedeni ihtiyaçları vardır. Hem de psişik yani ruhi ihtiyaçları vardır. Bu yüzden hayvani bir varlık gibi düşünülüp hayvanlar gibi hayatı tek yönlü yaşamayacağı gibi (kaldı ki onlar bile Allahın kendilerine belirlediği görevleri insanlar için yerine getirirler), kendilerini bir mabede kapatarak tamamen ruhi ihtiyaçları karşılamak ve sadece ölümden sonraki ahret hayatı için de yaşayamazlar. Çünkü insan hem beden ve hem de ruh bütünlüğünü bir arada tutup bu bütünlüğü en azami derece de yaşayarak ve yaşatarak eşrefi mahlûk yani yaratılanların en şereflisi olacaktır. Meleklerden bile üstün hale gelecektir.

Peygamber efendimiz bu konu da: ‘Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahret için çalış’ buyurmaktadır.

Oysa biz insanoğlu sanki bu sözü tersinden anlayıp; hiç ölmeyecekmiş gibi ahret için, yarın ölecekmiş gibi dünya için çalışıyoruz. İşin aslı dünya hayatında şerefli ve üstün bir olmanın her türlü gereğini tevazu ve alçak gönüllülük içinde, gurur ve kibir gibi duygulardan uzak olarak, ezilmeden ve sömürülmeden yerine getirirken, yarını bırakıp şu saniye ölüm bana gelebilir düşüncesiyle ahret hayatını kazanmak düşüncesiyle ölüme her an hazır olmaya çalışmalıyız.
Beden ve ruh dengesini sağlayamayıp, dünya ve ahret dengesini kuramadığı zaman ise; ya dünya da güçsüzleşecek, yıllardır İslam dünyasının ve diğer fakir ve yoksul halkların maruz kaldığı gibi ezilmeye ve sömürülmeye mahkûm olacaktır. Ya da sadece bedeni ve dünyevi isteklerini gerçekleştirme peşine düştüğünde ise ahretini kaybederek, hayvani düzeyde kalacaktır.

Böylece ruhi gereksinim olan İslam ahlakının öngörülerinden uzak olunacağı içinse; başta şahsi olmak üzere ailevi ve toplumsal huzur sağlanamayacaktır. Hayvanlar bile kendilerine yüce yaratan tarafından insanların hizmeti ve faydası için ön görülen çeşitli görevleri yerine getirirken, insanlar yaratılış gayesine ve sorumluluk bilincine uygun hareket etmez. Bu gaye ve sorumluluğun gereği olarak beden ve ruh bütünlüğünü sağlayamayan insanın, fazilet ve erdemleri değil de, rezalet ve kötülükleri tercih edebilir. İş bu rezalet ve kötülükleri tercih etmesi ahlaksızlığın ve dolayısıyla bireyde ‘ben her istediğimi yaparım’ deme durumuna, bu da toplumdaki diğer insanların özgürlük alanına müdahale ederek onların özgürlüklerini kısıtlayarak toplumda mutsuzluk ve huzursuzluğa sebep olacaktır. İnsanın bu durumda bir rezalet ve kötülüklerle dolu hayatı tercih etmesi ise eşrefi mahlûk olan insanı hayvanlardan bile daha aşağılık bir varlık haline getirecektir.

Konumuzun başında ifade ettiğimiz gibi insan toplumsal bir varlıktır. Birlikte yaşamak anlamına gelen ins veya üns kelime kökü insanı ifade eder. Onun için insan şunu diyemez. ‘Ben tek başıma dağda yaşayıp ahreti kazanacağım’ diyemez, dememelidir. İslam ahlakı bireyde başlasa da, aile ve toplumda zuhur ederek bir anlam ifade eder. Günah işleme durumu söz konusu olmadan günah işlememek önemlidir elbet. Ancak asıl önemli olan toplum içinde birçok günahı işleme durumu söz konusuyken günahtan uzak durabilmektir.

Bu konu da şu örneği verebiliriz. İki kardeşten biri ağabeyine dağa çıkıp hayvanlarıyla meşgul olup hiç günah işlemeden Allah’ın dostu ve evliya derecesine yükseleceğini, istediği seviyeye ulaşıp ulaşmadığını ise süzmeye koyacağı sütün damlamamasıyla anlayacağını söyler. Ağabeyi ise bunun toplum içinde yaşayarak yapılması gerektiğini, çünkü ahlaki erdemlerin önemi yalnız başına yaşarken değil, toplum içinde yaşarken uyulduğunda bir anlam ifade edeceğini söyler.

Ancak kardeşi kararlıdır. Çekilir dağ başında kendi haline bir hayata, hayvanlarını üretip sütünden ve etinden vs faydalanır. İbadetine devam eder. Her sabah ağabeyine söylediği gibi süzmeye süt koyar ve damlayıp damlamadığını da kontrol eder ki, Allah dostu olup olmadığının işaretini görsün. Uzun yıllar denecek epeyce bir zaman geçtikten sonra bir sabah sütün süzmeden damlamadığını görür. Ben erdim diyerek koşar hemen ağabeyine sevincini haber versin.
Ağabeyi ise ayakkabı satıcı ve tamircisidir. Her gün onlarca insan gelir ve kalbini bozmadan ahlaki erdemleri en iyi şekilde yaşayarak zaten ermiştir. Kardeşi getirir ağabeyine süzmenin damlamadığını gösterir. Kapının yanındaki askı çengeline asarlar. Kahve içmeye koyulurlar. Bu arada eteği kısa bir bayan müşteri gelir. Kardeş kalbini bozmuş olacak ki, süt damlamaya başlar. Ağabeyi kardeşine gördün mü kardeşim, bu öyle dağda tek başına değil, toplumda yaşayıp eline, diline, beline, midene, dahası kötülükleri emreden nefsine hâkim olarak yaşayarak olması gerektiğini tekrar hatırlatır.
Onun için tekrar etmek gerekirse; insan toplumsal bir varlıktır. Toplum halinde yaşamalı ve İslam ahlakının ön gördüğü şekilde ahlaki fazilet ve erdemleri en güzel şekilde yerine getirmeli, rezalet ve kötülükleri kendinden uzak tutmalıdır. İnsan aklı iyi (faydalı / yararlı) ve kötü (faydasız / zararlı) olan iş ve eylemleri ayırt edecek seviyede yaratılmış ve din adını verdiğimiz ilahi inanç sistemi olan kanunlarla desteklenmiştir.

O halde tekilde bireysel ahlakımızı bu kanunlara göre düzene koyup, erdemli birer insan olmak ana gayemiz olmalıdır. Kendi özgürlük ve rahatımıza önem vereceğimiz gibi toplum halinde yaşadığımız aile fertlerimiz, akrabalarımız, komşularımız, arkadaşlarımız, dostlarımız, vatandaşlarımız diye genişleyip giden ve toplumu oluşturan insanların ve hayvanat dediğimiz ve her türlü hizmetinden fayda sağladığımız canlılarında haklarına ve özgürlüklerine saygı göstermeliyiz.

Böylece bireysel ahlakı tesis ederek başlayacağımız hayatta aile, toplum ve çevre ahlakını ve düzenini tesis etmiş olacağız. Bu da bize diğer dinlerinde temel hedefi olan, bizim dinimiz İslam’ın da hedeflediği insanları dünyada ve ahrette kendi istek ve arzularıyla iyiliğe ve saadete (huzur ve mutluluğa) götürecektir.

Bunu sağlayacak olan yaşantı da tam olarak İslam ahlakının en üst düzeyde yaşanmasıyla oluşacak bir toplumsal yaşantıdır. Toplumsal yaşantıdır. Çünkü ben tek başıma yaşıyorum ya bana yeter demek asla doğru bir yaklaşım değildir. ‘Her koyun kendi bacağından asılır’ veya ‘bana dokunamayan yılan bin yaşasın’ gibi sözler yanlıştır.

Öyle ki; bir koyun ağaca ardılırken ayağını ağaca kıstırıp asılarak orda açlıktan ölse, birkaç gün sonra leşi orada kokmaya başlayıp etrafı kokutarak rahatsızlık vermeye başlayacaktır. Yine bir gemi içindeki yolculardan biri geminin su almasını sağlayacak şekilde delmeye çalışırken engel olup bunun yanlış olduğunu söyleyecek birileri çıkmazsa gemi batacak ve gemidekilerin hepsi boğularak zarar görecektir.

Bu durumu göz önünde bulunduran dinimiz ‘iyiliği emir ve kötülükten men’ edilmesini emretmiştir. Hz Aişe validemizin kendisine ‘Allah bir toplumdaki kötü insanlar yüzünden iyileri de cezalandırır mı?’ Sorduğunda peygamberimiz ‘evet iyilerin suçu o toplumdaki kötülüklere engel olmamalarıdır’ buyurmuştur.

Bunlardan kolayca anlaşılacağı gibi bireysel olarak iyi olmak, ahlaklı olmak, erdemli ve faziletli olmak yeterli olmayacak, emri bil-maruf ve nehyi ani’l münker yani iyiliği emredip kötülükten sakındırma yaparak toplumun da İslam ahlakı üzere yaşaması için herkesin elinden geleni yapması gerekmektedir.

Yüce rabbim cümlemize İslam ahlakı üzere yaşamak ve kötülüklerden ve rezaletler dediğimiz günahlardan ve ömrümüzün boşa geçmesine sebep olan şeylerden uzak eylesin.

Allah’ın selamı ve rahmeti üzerimize olsun.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

11 Ocak 2012 Çarşamba

BÖYLE GELEN BÖYLE GİTMESİN


Kötü bir eylemin / fiilin yapıldığı, yapılmaya devam edildiği durumlarda, ya da yapılmasının devam edilmesi yanlısı kimselerin dillerinden hep duymuşuzdur. Burası falanca köy kardeşim dinlemezler. Burası falanca yer kardeşim, bu insanların hakkından gelinmez. Bunlar / burası çok kötü bir yer dinlemezler.

Bu söyleyen kişilere şöyle bir bakıyorum çoğu zaman. Ya kendisi de o kötülüğü en iyi yapanlardan birisi olduğu için, yapılan /yaptığı işin kötü olduğu dile gelmesin ve yapılmaya devam etsin istiyor. Ya da hakikaten söz söylemenin kar etmeyeceğini ve o insanların sözden meramdan anlamayacaklarını düşündüğü için böyle konuşuyor. Bu ikincisini düşündüğü için söyleyenlerin azınlıkta olduğunu da hemen belirteyim.

Ya arkadaş sen neden bahsediyorsun diyecekler tabiatıyla olabilir. Toplum içinde dini, ahlaki ve edebi kurallara uyma konusundaki vurdumduymazlık ve neme lazım deme hastalığımızdan bahsetmeye çalışıyorum. Dinin ve devletin insanların tolum halinde yaşarken birbirlerine zarar vermeden, hakkaniyet ölçülerinde yaşanması için koyduğu kanun ve kuralları nasıl hiçe saymaya çalıştığımızdan ve böylece diğer insanların haklarını çiğnediğimizden bahsetmeye çalışıyorum.

Trafik kanunları; hız sınırı koymuş, alkollü araç kullanma yasağı koymuş, hatalı solama yasağı koymuş, tonaj yasağı koymuş, emniyet kemeri, ehliyet şartı, vs. hele o gece yolculuğunda uzun farı söndürmeyip karşıdan gelen araç şöfürünün gözüne tutanlara söyleyecek söz bulamıyorum zaten. Boş ver bir şey olmaz deyip kurallara uymuyoruz. Sonra yapmış olduğumuz kural hatasının yol açtığı açı durumlarla karşı karşıya kalıp, telafisi mümkün olmayan sonuçlar çıkıyor ortaya. Mal kayıplarıyla, yaralanmalar ve ölümler oluyor. Bizim yüzümüzden trafikte hiç hatası olmayan insanlar bu şekilde zarar görüyor.

İyiyi kötüden ayırt edebilsin diye yüce rabbim akıl nimetini vermiş biz insanoğluna. Dinin kuralarını koyarken, insanlığın iyiliğine olacak her şeyi emretme ve kötülüğüne olan her şeyi de yasaklayıp men etme noktasında belirleyip peygamberleri aracılığıyla bildirmiş. Bireysel olarak herkes kendini bu kurallara göre uyarlasın. En güzel din olarak belirledi dine uygun olarak yaşayarak toplumun ve dünyanın huzuru ve güvenliği sağlansın istemiştir.

Peki, biz ne yapıyoruz? Yaptığımız ve yapacağımız eylemlerin iyiliğinden ve kötülüğünden çok, insanların zararına mı, faydasına mı? olduğunu düşünmüyoruz. Dini kurallara uygun mu, değil mi? Düşünmüyoruz. Ahlaki mi? Edebi mi? Diye düşünmüyoruz. Aslında yaptığımızın yanlış olduğunu biliyoruz. Nefsi emmaremize yenik düşerek, kötü fiilimizin devamını istediğimiz için, böyle gelmiş böyle gider biz onu değiştiremeyiz. Burası falan köy, burası falan yer, bu güne kadar hep böyleydi, bundan sonra da değişmez fikri ileri sürülür. Bu fikir ‘bırak insanların aklına iyiliği getirme, kötü olduğunu söyleyip insanları ikna edeceksin biz kötülüğü yapanlar olarak azınlıkta kalacağız, yaptığımız işin kötülüğü meydana çıkacak ve rahatça yapamaz hale geleceğiz’ şeklinde bunu anlamak iyiliği ve güzelliği, dine ve ahlaki kurallara uygunluğu isteyenler için zor olmasa gerektir.

Yalan söylemek, hırsızlık yapmak, küfür etmek, dedi kodu ve gıybet etmek, iftira atmak, sebep ne olursa olsun insanları ve hayvanları dövmek, içki içmek, kumar oynamak, karaborsa uygulamak, yenmesi ve içilmesi haram olan gıdaları satmak, toplumu rahatsız edici şekilde kokularla (sarımsak, soğan, hayvan pisliği, vs.) topluma çıkıp rahatsız etmek, gibi örnekler çoğaltılabilir. Bunların her birinde kul hakkı vardır. Dini, ahlaki ve edebi kurallara uygun değildir. Sigara içip dumanı ve kokusuyla diğer insanları rahatsız etmekte aynı bunlar gibidir.

İçki içmek ve domuz eti gibi haram olan fiilleri işleyerek kendi nefsimize kötülük etmiş oluruz ve Allahın yasaklarına uymamış, namaz ve oruç gibi emirleri eda etmeyerek de yine Rabbimize karşı kulluk görevimizi yerine getirmediğimiz için, ona karşı sorumlu oluruz. Ceza olarak cehenneme de girsek, tövbe ederek rabbimizin affına da mazhar olsak bu biz kulların kendi başına yaratanla hesabıdır.

Ancak direk kul hakkına giren ve içki içip onun verdiği sarhoşluktan dolayı başkalarına sözlü veya eylemli saldırma sonucu da kul hakkı doğar. Özellikle toplumun ortak kullanım alanı olan kapalı alanda (kahve, köy odası, bakkal/market, hayır veya düğün daveti ve toplantı salonu/odası veya evi, düğün salonu gibi kapalı yerlerde sigara içildiğinde dumanı başta olmak üzere kokusuyla, sarımsak vs insanlara rahatsızlık veren şeyleri yiyip gelerek kokusuyla insanları rahatsız etmekten de kul hakkı doğar. Biz bunu kabul etsek de doğar, etmesek de doğar.

Bunların dile gelip bilinip anlaşılıp dine ve ahlaka uygun yaşantıya çağıran ‘iyiliği emir ve kötülükten nehiy’ görevi yapmaya çalışan insanları ‘sen karışma, boş ver böyle gelmiş böyle gider.’ Ya da şimdiye kadar hep yapıyorduk’ gibi argümanlar bizi kıyamet günü, huzuru ilahide kul hakkından kurtarmayacaktır.

Kuran-ı kerimde; kul hakkıyla gelmeyin. Diğer günahlarınızı tövbe edip duanız karşılığında affedebilirim. Ancak kul hakkını kendisi helal edip bağışlamadıkça ben rabbiniz olarak bir şey yapamam mahiyetindeki ayeti kerimeyi de hatırlayalım. Ayeti hemen hatırlayamadığım için bununla yetiniyorum. Aslında bu hak ve adalet duygusunun dindeki özünü yansıtır. Şüphesiz rabbimiz adildir. Her hakkı hak sahibine er veya geç, hem dünyada hem de ahirette adilce verir. Adaleti adilce dağıtır.

Tıpkı Hızır aleyhisselam ile bir insanın arasında vuku bulan şu hadise de olduğu gibi. Kısaca olay şöyle; bir adam rabbim adaletin bu mu? Bu nasıl adalet, herkesin yaptığı yanına kalıyor. Diye söylenirken, Hızır yanına gelir ve ‘ne söylenip duruyorsun. Allahın adaletinden şüphen mi var?’ Dedikten sonra ‘bak sana rabbimin adaletini göstereyim’ der. Şimdi şu çeşmenin yanındaki ağaca çık ve olanları gözle, hiçbir şeye karışma, ben geleceğim’ der gider.

Bir atlı gelir çeşmeye atını sularken bir kese para ve altını çeşmenin üzerinde unutur gider. Az sonra bir çocuk çeşmede suyunu içer keseyi alır gider. Ardından bir topal gelip su içerken, atlı keseyi aramaya gelir ve ‘sen mi aldın benim keseyi’ deyip topalı öldürür ve gider.

Hızır geri döndüğünde ‘gördün mü Allahın adaletini’ diye sorduğunda, ‘nasıl adalet, topal suçsuz yere öldü, keseyi çocuk aldı gitti’ diye bitirir sözünü ki.

Hızır anlatır işin özünü: ‘Olanlarda adaletsizlik yok. Atlı çocuğun babasına ait olan ve babası öldüğünde kendisine kalacak olan ve hakkı olan mirası aldı. Çünkü o atlı onun babasına zor kullanarak imza attırıp elinde ne var ne yoksa alarak satıp başka bir yere göç ediyordu. Kesenin içindekiler çocuğun babasının malıydı.’ Dedi.

Adam söze girdi. ‘Topal niye öldü. Onun ölmesindeki adalet nerde. Adam suçsuz yere öldü’ diye.

Hızır yine ‘suçsuz yere ölmedi. O topal da vakti zamanında o atlının babasını öldürmüştü’ diyerek, Allahın adaletini göstermiş oldu. Yaptığımız kötülüklerin ve küçük büyük haksızlıklarımızın hem dünya da hem öbür âlem de mutlaka bir karşılığı olacaktır. Mutlaka cezası olacaktır.

Bu hakikati vurgulamak için dilimizde deyim haline gelmiş sözler çoktur. Bunlardan bazıları; “Harama uçkur çözme”, “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yeme”, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste”, “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça; Hak bela yazmaz kul azmadıkça” gibi sözlerdir.

Yüce rabbim ‘Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.’ (Bakara 42) ‘İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.’ (Şuara 183)

Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyururlar: "Bir kimse kardeşinin haysiyetine yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, iltimas olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı günden (kıyamet) önce helâlleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nispetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir." (Buhari mezalim 10)

Bu hakikatleri bilerek hep iyiliği ve güzelliği arayalım. Kötülükleri düzeltelim. Değiştirelim. Buna da önce kendimizden başlayalım. Herkes kendini ve kendisine ait olanı düzeltirse dünya düzelir zaten.

Ama biz insanoğluna düzelmeye, dini ve ahlaki davranışları benimsemeye kendimizden başlamayıp diğer insanları da buna teşvik etmek bir yana dursun. Bunu yapmadığımız gibi ‘herkes böyle yapıyor. Bir tek ben miyim? Ooo! Bu devirde nerde bulacaksın onu yapacak insanı’ gibi sözler ileri sürerek, kötü olsa da bildiğimizi yapmaya devam edeceğimizi adeta haykırırız.

Biz Allah’ı severiz bildiğimizi ve dediğimizi yaparız diyerek Allah’ı severiz diye kendimizi kandırma noktasından, biz Allah’ı severiz onun dediğini ve istediğini yaparız noktasına gelmek gerekir. Yüce Rabbim cümlemize bu hakikati görüp, bu istikamette yaşamak nasip eylesin.

Kötüyü değil, akıllı insanlar iyiyi ve güzeli, yararsız ve zararlı şeyleri değil, faydalı ve yararlı şeyleri ayırt edecek kabiliyette yaratılmıştır. Hesabı sonra sorulmak üzere iradesi eline verilmiştir.

Hesap gününde zorda kalmamak için bu günden tezi yok. Böyle gelen böyle gitmesin. Yaşadığımız yer neresi olursa olsun, bunun için herkesin yapabileceği bir şeyler olmalı. Buna da öncelikle herkes kendinden başlamalı.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey

1 Ocak 2012 Pazar

YENİ YILIN GETİRDİKLERİ



Yeni yıla başlayacağımız şu günlerde yılbaşından ve insanoğluna getirdiklerinden ve getireceklerden bahsetmek istiyorum.

Yeni yıl denince; günümüzce en çok bilinen iki takvime göre şekillenen yeni yıl başlangıçları vardır.

Birincisi; ay takvimine göre şekillenen ve kimi aylarının 29 kimi ayların 30 gün çektiği hicri takvimin başlangıcıdır. Hicri takvimin ilk ayı muharrem olup; 1-Muharrem, 2- safer, 3- Rabiülevvel, 4-Rabiülahir, 5-Camaziyelevvel, 6-Cemaziyelahir, 7-Recep, 8-Şaban, 9-Ramazan, 10-Şevval, 11-Zilkade, 12-Zilhicce aylarından teşekkül ederek 354 günden meydana gelen ve peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicretinin başlangıç kabul edildiği takvimdir. Bu takvimin ilk ayı olan Muharremin ilk günü hicri yılbaşıdır. Birçok ibadete ve dini uygulamaya esas olduğu için Müslüman’ın yılbaşı budur. Bu olmalıdır.

İkincisi; güneş takvimine göre şekillenen ve kimi ayların 30 kimi ayların 31 çektiği miladi takvimin başlangıcıdır. Miladi takvimin aylarının ilki ocak ayı olup; 1-Ocak, 2-Şubat, 3-Mart, 4-Nisan, 5-Mayıs, 6-Haziran, 7-Temmuz, 8-Ağustos, 9-Eylül, 10-Ekim, 11-Kasım, 12-Aralık aylarından teşekkül ederek 365 günden meydana gelen ve Hz İsa peygamberin doğum gününün başlangıç kabul edildiği takvimdir. Bu takvimin ocak ayının ilk günü miladi yılbaşıdır. Hz İsa’nın doğum günü olması dolayısıyla Hıristiyanların yılbaşı bunun olması doğaldır.

İnsanlar dostlarına ve akrabalarına bu iki takvim başlangıçlarında ‘yeni yılın kutlu olsun’ veya ‘hicri yeni yılın kutlu olsun’ gibi sağlık, esenlik, başarı ve mutluluk dileklerinin iletirler. Her yeni yılda iyilik ve güzellik beklentileri dile getirilir. Peki, yeni yıl kendiliğinden mutluluk, başarı, şans, vs getirir mi?

Biz insanlar kendimize çeki düzen verip, düzelmez isek, dürüst ve ahlaklı birer insan olmaya çalışmaz isek, rızkımızı helalinden kazanıp helalinden yemek için çalışmaz isek, sağlığımızı koruyup hastalanmaya ve hastalıklara karşı tedbirimizi almaz isek, yeni yıl gelse de yenilik gelmez. Yeni yıl da bize bir şey getirmez.

Hangi takvimin hangi yılbaşı gelirse gelsin. Günler aynı gün. Değişen bir şey yok. Değişirse ancak yaşam değişir. Hayat standartları değişir. Teknoloji ve bilim sayesinde yeni icatlarla insanların daha rahat yaşam koşulları sunulabilir. İnsanlığın hizmetine ampulün icadı gibi, radyo ve televizyon gibi, daha ekonomik yakıtla yürüyebilen daha ucuz araba gibi, helikopter ve uçak gibi icat ve hizmetlerin daha yararlı olacak yenileri sunulabilir. Bunun için ise yılbaşına gerek yok.

Hz Ömer gibi her günün akşamında bugün Allah için ne yaptım diye kendimizi hesaba çekmedikten sonra, ahiret hayatını kazanmak için Allahın rızasını gözetmedikten sonra yeni günün gelmesi, yeni yılın gelmesi bizi sevindirmemeli. Aksine üzülmeliyiz. Çünkü yüce rabbimiz tarafından imtihan olmamız ve bu imtihanın neticesinde, bize verilen dünya hayatında onun rızasını kazanarak ahiret hayatına geçememenin endişesini taşıyarak üzülmeliyiz. Çünkü her geçen gün hayatımızdan bir yaprak daha kopuyor ve her geçen gün dünya hayatımızın sonuna bir adım daha yaklaşıyoruz. Bunu düşünerek sevinmeyi bırakıp, daha çok üzülmeli ve Allahın rahmetinden ve merhametinden umudumuzu kesmeden daha çok tövbe ve dua ederek, daha çok ibadet etmeli, Salih ve Saliha kullar olmanın arzusu içinde olmalıyız.

Bunun için yılbaşını beklemeden ‘zararın neresinden dönersek kârdır’ diyerek kötülüklerimizi ve haramları terk ederek, güzelliklere yönelmeli ve kuranın emirleri ve peygamberimizin sünnetine sımsıkı sarılmalıyız. Peygamberimiz hadisi şeriflerinde; ‘İki günü eşit olan aldanmıştır’ buyurmuştur. Onun için her gün bir önceki günden daha çok çalışmalıyız.
Böylece kalan hayatımızı bu şekilde yaşayarak hem her yılbaşında dost ve akrabalarımıza temenni ettiğimiz ‘yeni yılda sağlık, mutluk, esenlik, bol bereketli huzurlu bir yaşam dilerim’ türünden dileklerin gerçekleşmesi için gerekeni yapmış oluruz. Hem de kendi dünya ve ahiret hayatımızı kurtarmış oluruz.

Keza Kuran ve Resulullah’ın sünnetinin gösterdiği yol olan İslam dininin içeriğinde insanların zararına ve kötülüğüne bir emir ve uygulama yoktur. İslam dinin emirleri ve yasakları insanların dünyada ve ahirette mutluluk ve huzurunu sağlamayı hedeflemektedir.

Zaten dinin tarifi; ‘insanları dünyada ve ahirette, kendi istek ve arzularıyla iyiliğe ve saadete götüren ilahi bir kanundur’ diye yapılmaktadır. Dinin emir ve yasaklarına uygun yaşama gayretinde olursak, yine dinin emri gereği ‘iyiliği emredip kötülüğü yasaklama’ gayretinde olursak, işte bu dinin tarifinde yer aldığı gibi kendimizi ve yek bütün bir insanlığı iyiliğe ve saadete götürme yolunda çalışmış oluruz.

Aksi takdirde kendimizi akıllı zannederek, akılsızlık örneği ortaya koyarak, herkesi kendimizden küçük görüp, güçsüz görüp ezmeye, hak hukuk bilmezliğe doğru gideriz. Her şeyi oyun ve eğlenceden ibaret görürüz. İnsanlara dost görünüp, her türlü düşmanlığı ederiz.

Hak etmediğimiz mal ve mülkü elde etmek için öz kardeşlerimizi bile aldatmaya kalkışırız.

Yeni yıl ile ilgili düşüncelerimi bu şekilde kaleme aldıktan sonra yeni yılda öncelikle tüm İslam âlemine ve dünya insanlarına sağlık, mutluluk, başarı ve huzur getirmesi dileklerimi sunarım. İnsanlık olarak bu güzelliklere ulaşacağımıza, kendimizi ve insanlığı bu güzellikleri kazandırmaya çalışacağımız bir yıl dileklerimi sunarım.
Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey