31 Ekim 2012 Çarşamba

HAK İÇİN HAKKA KARŞI





Bugün sabah televizyonu açıp, biraz haber seyredeyim dedim. Hay demez olaydım ki; gördüklerim karşısında fevrim döndü. Hangi birine kızayım. Bir tarafta terörün besleyicisi ve destekçisi ve bayraktarlığını yapan partilerin başındaki BDP destekçileri güya ölüm orucu tutan PKK’lılara destek yürüyüşü yapıyorlarmış. Emniyet güçlerinin onlarla uğraştığı yetmezmiş gibi birde güya onlara karşı olan Türk milliyetçisi olduklarını ileri süren MHP yanlısı gençler ortalığı savaş alanına çevirmişler Bursa ilinde.

Eminim onlar neye niçin hizmet ettiklerini de bilmiyorlardır. Ama bizler bir şeyi biliyoruz ki; her iki gurubu da kullanan, sokağa çıkarıp ortalığı yakıp yıktıran aynı maşayı tutan ellerdir. Bunda hiçbir şüphemiz yoktur. Yıllarca sağcı solcu diye, laik anti laik diye milleti birbirine kırdıranlar; bugünde Türk-Kürt diye birbirine kırdırmaya çalışıyorlar. Kürt’üz diye sokağa çıkanlar önce Kürtlerin mallarına zarar veriyor, önce yollarına taş koyan Kürtleri öldürüyor, zorla kepenk kapattırıyor. Silah zoruyla oy topluyorlar ve hangi köyde kendilerine oy az çıkarsa, vay o köylülerin haline.

Mademki dış ülkelerin, dış servislerin isteği doğrultusunda değil de; Kürt halkının iyiliği ve demokratik özgürlüğü için çalışıp çabalıyorsun. O halde nedir kendi halkına karşı zorbalığın. Nedir hiçbir dönemde almadığın kadar özgürlük aldın şu iktidar zamanında, sen bu zorbalıkları yapmasan daha fazlasını da alacaksın şüphesiz. Görülüyor ki derdin özgürlük falan değil, emir aldığın amirlerini memnun etmektir. Size destek sağlayan bilumum dış ülke ve servislerini memnun etmektir. Türkiye cumhuriyetimizin ayağını tökezletmektir. Ama nafile çabalarınızı boşa harcamayın. Sendelesek bile yıkılmayız sizin ihanetinizle, Türkiye yedi düvele karşı koyup yokluklar içinde Çanakkale Destanını yazmış, Kurtuluş Savaşını kazanmış bir ülkedir, dimdik ayakta kalmış bir devlettir. 

Ya diğerlerine ne demeli? Hak için hakka karşı davranmak, hak ararken haklarını yok etmek ne demek oluyor. Güya BDP’ye karşılar, güya PKK’ya karşılar ama kırılan gariban Bursa halkının camları. Yakılan Bursa halkının arabaları, dükkânları ve evleridir. Yok, biz PKK’lıları kovalıyorduk falan diyecek olsanız da; Görüntüler de kimin ne yaptığı görülüyor. Hak için hakka karşı giderken kimin oyununa piyon olduğumuzu çok iyi hesap etmeliyiz. Yaptığınız eylemleri oturduğu yerden kurgulayıp ekran başından sizleri izlerken ellerini ovuşturanların şeytani kahkahalar attıklarını bilmemek ve hesap edememek ne kadar acı bir durum maşa olarak kullanılan sizler için.

İnanın onlar sadece izliyor ve asla onların çocukları ve yakınları sizinle birlikte değildir. Sizin çektiğiniz çileleri çekmez. Onlar sizin yaptıklarınız sayesinde kazandıkları imkânlarla sefalarını sürüyordur huzurla malum ülkelerde. Birileri her türlü pisliğini sizin eylemlerinizin arkasına gizleyerek ceplerini dolduruyordur. Siz ölmüşsünüz sağ kalmışsınız kimsenin umurunda değildir. Siz ölseniz de benim saf ve kandırılmaya müsait olsun diye cahil bırakılan ve bırakılmaya çalışılan ülkemde onlar kandıracak başka piyonlar bulmakta zorlanmayacaktırlar.

Neden hedef okullardır? Neden sağlık kurumları ve diğer halka hizmet üretmeye çalışan kurumlardır PKK’nın hedefi hiç düşünmez misiniz? Neden öğretmenler, camilerde halkı hakka ve hakikate çağıran imamlar, halkın içinden sesini yükseltim bu oyuna alet olmayın diyen kalp gözü açık insanlardır kurşuna dizilenlerin başında gelenler.

Milliyetçi partiye gönül vermiş ve bu sevdası için çalıştığı dönemde sağcı solcu çatışmaları varken eline uzun bir cop alıp Cuma saatinde cumaya gitmeyenleri öldüresiye çok dövdüklerini söylüyordu. Aklıma söyle bir soru geldi. Ve ‘Peki dedim siz o kadar kişiyi cumaya gitmediği için öldüresiye döverken sizin Cuma namazlarınızı kim kılıveriyordu’ dedim. ‘Biz kendimiz hiç Cuma namazı kılmazdık ki’ dedi. Durum aynen bu sevgi kardeşlerim. Kürtler için Kürtlere karşı, Türkler için Türklerin menfaatine karşı, hak için hakka karşı işlerimiz bilinçli veya bilinçsiz olarak devam ediyor.

Gelelim terör biter mi? meselesine… Hükümetleri değiştirerek bitiremeyiz. Herkesin kendi düşünce tarzına aykırı hareket ediyor, faklı düşünüyor, farklı bir dini inancı yaşıyor gibi çeşitli sebeplerle kendimizden olarak görmediğimiz hükümetleri suçlayarak bitiremeyiz terörü. Ülkemizde yapılan ‘hak için hakka karşı, demokrasi için demokrasiye karşı, adalet için adalete karşı, özgürlük için özgürlük kısıtlayıcı, fikir özgürlüğü için fikirleri yasaklayıcı; vs’ haksızlıklarla bitiremeyiz terörü. Senin ki bende kara diyerek bitiremeyiz terörü… Birlik içinde ve oynanan oyunlara karşı uyanık hale gelirsek, eğitim ve medeniyet seviyemizi, ekonomik gücümüzü yükselterek ve suçu ile suçsuzu ayırarak insana değer verişimizi ve adalet sistemimizi standartların üzerine çekerek bitirebiliriz. Dini ve ahlaki yaşantımız da Allah’ın ipine daha sıkı sarılarak bitirebiliriz. 

40 yaşındayım ve bildim bileli hep terör var. Dış güçlerin sözünü dinleyen iktidar geldiğinde, terör denen bela azıcık kösülse de; bir şeyler yapmak isteyen ve kendi başına bölgesel politikalar geliştirmek isteyen güçlü iktidarlar geldiği zaman hep terör azgınlığını göstermiştir.

Onun için derim ki terör biz Türkiye olmanın gereğini yapmaya kalkıştıkça, tarihten gelen misyonumuzu hatırladıkça, barış ve hoşgörü dedikçe terör bitmez ve bitmeyecek. Ama terörü etkisiz kılabiliriz. Amacına ulaşmasına engel olabiliriz. Nasıl mı? İnadına dünya siyasetine ortak olarak, inadına ekonomik ve sosyolojik kalkınmayı daha da hızlandırarak... Devleti haksız yere nasıl soyarız ve haksız yollardan cebimizi nasıl doldururuz hesabını bir kenara bırakarak olacaktır.

Ancak; ‘Amerika ikna olduysa bizde olduk’ diyecek bir iktidar gelirse, diğer güçlü ülkelerin güdümünde ve onlar ne derse onları yapan, idamı kaldırın deyince kaldırıp, sonra da bu adam neden asılmıyor diye soran liderler gelirse terör biraz durur gibi yapar... Darbelerin kimlerin ve hangi ülkelerin etkisiyle, kimlerin ve hangi ülkelerin desteğiyle yapıldığını irdeleyecek olursak ve Adnan Menderes zamanındaki ASALA’yı, Özal zamanındaki PKK olaylarını ve günümüzdeki PKK azgınlıklarını düşünürsek haklı olduğumuz görülecektir.

Bu azgınlıklar Türkiye’nin dış politikası, dünya siyasetinde söz sahibi olmaya çalışması, İsrail ile yaşananlar, Suriye olayları ve bu olaylarda alınan inisiyatifler, diğer ülkelerin bu konuya bakış açıları ve menfaat çatışmaları göz önünde bulundurulduğunda daha açık olarak görülecektir.

Rabbim basiretimizi açık etsin. Dünyadaki haksızlık, zulüm ve adaletsizliklere karşı hakkı söyleme ve doğrunun ve haklının yanında yer alabilme becerimizi var kılsın. Ülke olarak bacağımız kırılsa diğer bacağımızla bir şeyleri düzeltmek için koşmayı bizlere nasip etsin. Rabbim; ellerimiz, kollarımız ve bacaklarımız kopsa dilimizle doğruları söylemekten bizleri mahrum etmesin.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

22 Ekim 2012 Pazartesi

GÜL YÜZLÜ SEVGİLİYE-25





Senin ismini her duyuşumda, bir yağmur damlasının yukardan aşağıya düşerek tenime değip içimi bir hoş etmesiyle uyanır gibi uyanıyorum derin gaflet uykularımdan. Seni yağmurla ve yağmuru seninle sevdim. Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla yüce Allah’tan aldığın vahiy yağmuruyla, yağmurun toprağa hayat vermesi gibi dünya insanlığına yeniden hayat verdin, insanlığa yeniden kurtuluş yolunu gösterdin. Yağmur olup gönlüme düşüşün, her yağmur damlasının vahyin inişi gibi ruhuma indiğini hissederim ruhumun susuzluğa mahkûm kurak ve bitap düşmüş toprağı andıran diyarlarına. 

Yediveren güller gibi hayata güller veren gül kokulu efendim! Seni özleyip, senin uğruna yanarken, sensizliğin üşüttüğü yitik bir hayatı gözlemlemenin, yaşantımdaki eksik ve hatalarımın verdiği sana layık bir ümmet olamama korkusu yitik bir aşkın sevda masalı gibi geliyor bana. Her geceyi sabaha bağlayan şafak sökümünün günün ağarmasını haber verdiği gibi en azından seni sevdiğimi ve seni önder bildiğimi bilmenin huzuru içimde şafakları söktürüyor. Karanlıklardan sabaha çıkacağıma dair umut belirtileri hâsıl oluyor içimde. Gönlümde yaşattığım geleceğe dair ümitlerimde; biraz özlem ve biraz da hüzün karışsa da senden bir ışık var.

Bizlerde olmayan ve yaşantılarımızda eksikliğini hissettiğimiz ve sana layık bir şekilde seni severek, seni tam anlamıyla sevmeye mazhar olamamak bizim için ne büyük bir eksiklik olduğunu biliyoruz en azından. Buna rağmen hiç olmazsa dilimizle sevdiğimizi söylüyoruz ya seni hiç tanımayan ve getirdiğin hakikatlerin farkında olmayanlara bakınca; aslında o da bir kurtuluş ümidi sayılır bizim için.

Züleyha’nın Yusuf aleyhisselamda bulduğu güzellik sende. Senin güzelliğin onun düştüğü kuyu gibi derin bir kuyu, alır götürür bakanları derinlere… Bakışlarıyla oraya düşenin bataklığa dönüşü olmaz. Ne mutlu seni kalbine düşürene, kalbinin derinliklerinde senin sevgini bulana. Ne mutlu senin güzelliğinin ve insanı huzura götüren o engin sevgi ve hoşgörü deryana dalabilene. Ne mutlu kalbine sen düşene ve daha da önemlisi senin kalbine düşebilene ne mutlu...

Molla cami der ki; ‘Üç zümreye üç şey çirkin düşer; padişahlara sertlik, âlimlere mal sevdası ve zenginlere cimrilik’ Ey yüce Allah’ın kutlu elçisi! Ey âlemlere rahmet olarak gönderilen gül yüzlü sevgili sultanım! Sen ki; insanların en şereflisi peygamberim! Biliriz ki; sende bu üç çirkin özelliğin hiç biri yoktur. Biliriz ki; sözü en yumuşak söyleyen sendin. İsteseydin çok mal biriktirebilecek iken, sen elindekini hep başkalarına vererek bazı zamanlar kendisi aç kalandın.

Bizler ki; seni örnek almaya çalıyoruz. Bizler ki; senin rehberliğine muhtacız. Bizler ki; senin yolundayız. Varsın birileri hakkımızda hep kötü konuşsun. Senin rehberliğine ters düşmeyen konularda biz onlara uymadan, eleştirmelerine aldırmadan doğru bildiğimiz ve haklı olduğumuz şeyleri savunmaya devam ediyoruz.

Haklı olduğum konularda doğruyu yapma ve söyle konusunda mücadeleden asla korkmamaya çalışıyorum. Böyle yaptığımı gören haksızlık yanlıları ve boş ver neme lazım diyenler; bu dünyayı sen mi kurtaracaksın diyorlar. Dünyayı kurtaramam belki, ama hacca giden karınca misali, hiç olmasa bu yolda ölürüm. Biliyorum ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli diyorlar. Dünyada faydalı işler yapmak için çaba sarf eden, faydalı eserler bırakmak isteyen birçok iyi insanın değerli biriydi diye arkasından söylüyorlar.

Biliriz ki; elinde diken yarası olmayan, burnuna gül kokusu süremez. Biliriz ki; bizden önceki iyi kulların, senin ve ümmetinin çektiği cefayı çekmeden ölenler ahir hayatında öyle kolayca cennete giremez.

‘Aşk sandığın kadar değil; sevdiğinin uğruna yandığın kadardır’ diyen Mevlana’nın dediği gibi yüce rabbim senin uğruna yanarak mum gibi erimeyi ve erirken de cenneti aladaki liva-ül hamd sancağı altında dirilerek gölgelenmeyi rabbim bizlere nasip etsin. Kevser havuzunun başında beraber bulunarak mübarek suyundan içebilmeyi nasip etsin.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

20 Ekim 2012 Cumartesi

ASILI UNUTMAYALIM SAKIN


Can alıcı misal ile dünyaya gelişimizi bir mağaraya girip ondaki nimetlerden faydalanıp bizim onda kalmamız için tahsis edilen ve bizim bilmemizin rabbimizin takdiri gereği mümkün olmayan bir zaman sınırı içinde asıl olanı unutmadan, korumayı başararak zamanı gelince onunla birlikte çıkmaktır bizim için dünya. Asıl olandan maksat yanımızda getirip kaybetmeden ona en güzel şekilde sahip olarak, sapa sağlam ve tertemiz olarak geri götürmemiz gerekli olanı unutmadan yanımızda tutmayı başararak dünyadan çıkarken son nefesimizde imanımızla ve onu koruyucu olan Salih amellerimizle birlikte çıkmaktır.
Asıl olanı unutmadan çıkacağımız hayatın örneğini sona saklayarak; öncelikle yaratılış fıtratı üzerinde, biraz durmak istiyorum. Her insan yaratılış itibariyle lekesiz, tertemiz, İslâm'a inanmaya en müsait bir şekil ve hüviyette yaratılmıştır. Yani her çocuk İslam inancı üzerine ve İslam ahlakıyla yaşamaya uygun bir şekilde dünyaya gelir. Lekesiz, bembeyaz, üzerine her şey yazılabilecek bir boş kâğıt veya ilk defa ses kaydedilecek bir kaset veya yeni sistem CD ve DVD, bir başka ifadeyle şekil verilmeye hazır ve müsait taze bir macun, ya da işlenmeye hazır maden gibidir.
Her insanın yaratılış itibariyle tertemiz, günahsız olarak dünyaya geldiğini ve İslam fıtratı üzerine doğduğunu peygamberimizin: “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5) hadisi şerifi bu durumu ifade ediyor. Bu hadisi şeriften anlıyoruz ki; her çocuk Müslüman olarak doğar. Bunu Kuran-ı Kerim: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: "Evet şahidiz" demişlerdi. Bu, kıyamet günü, "Bizim bundan haberimiz yoktu" dersiniz veya "Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?" dersiniz diyedir.”(Araf Suresi 172-173) ayetlerinden de anlıyoruz ki; ta kıyamet günü ruhlarımız yaratıldığı gün söylemiş olduğumuz ‘evet sen bizim Rabbimizsin’ sözü İslam üzere dünyaya geldiğimizin bir kanıtıdır.
Konunun başka bir yönü ise; huy, tabiat, mizaç, seciye gibi manalara da gelen ahlak kelimesinin de insan fıtratıyla yakın ilişkisi bulunmaktadır. Kuran’ın: “O halde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhit olarak dine yönelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et.” (Rum Suresi, 30/30) Yine: “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene” kasem edilmektedir. (Şems Suresi 7-8. Ayetler) Bu ayeti kerimeler Peygamberimizin ‘her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar’ hadisi ve Galu-bela da Allah’ın Rabbimiz olduğunu söylediğimizi ifade eden ayetler ile birlikte değerlendirdiğimizde şöyle bir hakikat ortaya çıkar.
İnsanın vücut yapısı ilahi bir sanat eseri olduğu gibi; yaratılış fıtratı, ahlaki davranış yapısı da hakkın takdiri ile harikulade bir sanat eseridir. Bu fıtrat ve yaratılışın kaynağına dikkatlice bakılıp hakikat ve bu yaratılış iyi irdelenebilirse bizden istenilen ahlaki yaşantının da farkına varılabilecektir. Buna göre, sözlük anlamından hareketle, güzel ahlâk denilince insanın yaratılışında mevcut olan bu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla gelir.
İnsanın yaratılışında iman etme kabiliyeti vardır. Mutlaka bir yaratıcıya inanmanın gereğini idrak etmişlerdir. Zira insan basit bir masanın bile kendi kendine yapılıp çatılamayacağını bilecek güçtedir. Putperestler bile kendilerini birinin yarattığını bilmişler, ama onu doğru tanıyamamışlar ve tabiatlarındaki ibadet etme ihtiyaçlarını, yanlış olarak cansız cisimlerle tatmin etmeye çalışmışlardır.
Yalan söylemenin zararlarını bildikleri için asla kendilerine yalan söylenmesini hazmedememişlerdir. Aslında bu da hakiki manada iki cihan saadetini isteyen bir dinde yalanın yasak olmasının zorunluluğuna işarettir. Hiçbir insanın gıybet edilmekten hoşlanmaması, insanın yaratılışının gıybeti reddetmesi; söz konusu fıtratın gıybeti asla hoş görmemesi demektir. Yine hayvanlarda bile var olan kıskanma duygusu, insanın yaratılışında da mutlaka var olması gereken namus mefhumunun fıtrî olduğunun ve zinanın haram olması gerektiğinin bir işaretidir. Borç para alıp vermelerde; borç veren kişinin geri alırken fazladan aldığı paraya kızmamız; faizin haram olması gerektiğinin fıtrata uygun olduğunun bir işaretidir.
Domuz eti, leş ve benzeri pis şeylerin yenmesi düşünülünce bir tiksintinin oluşması onları yemenin fıtrata aykırı olduğunun işareti olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Kendimize ait olan bir dünyalık mal e benzeri şeyin bizden gasp edilmesi ya da haberimiz olmadan çalınmasının bizi nasıl üzdüğünü görmemiz; hırsızlık ve gasp gibi olayların yaratılış fıtratına çok aykırı olduğu hemen anlaşılacaktır.
İşte bu ve buna benzer davranış örnekleri yaratılış fıtratına aykırıdır. Ahlâksızlıkların tümünde bu sermayenin yanlış kullanılması söz konusudur. Oysa insanın yaratılışı güzel ahlâk üzeredir. Yaratılan insanlar bu fıtratın gereği olarak ahlakını güzelleştirerek; ahlaki olgunluğa erişip, bu yolda yardımcı olmak ve yol göstermek için gönderilen peygamberlerin gösterdiği yolda yaşamaya çalışmalıdır. İlahi kitaplarda yerini almış olan ve son peygamberin de ifade ettiği: “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” Sözüne uygun olarak yaşamak gerekir.
Ancak insan çoğu zaman; batıl inançların, inançsız veya imanı zayıf çevrelerin etkisiyle, nefsin de kötülükleri hoş göstermesi ve dünyada kalıcı olduğunu zanneder gibi yaşamaya başlaması gibi sebeplerle bu İslam İnancından uzaklaşmaya başlar. Küfür ve inkâr ile kâinattaki yaratılış gösteren envai çeşit delillere gözlerini kapayıp hakikatin sesine kulaklarını tıkayıp vicdanını köreltir. “Rabbin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: Böylece kendini ebedi kurtuluş yolunun istikametinden uzaklaştırarak galu-bela’da vermiş olduğumuz sözü unutarak geçici dünya nimetlerinin peşine düşer. Günahlara dalarak kendisini iki cihanda helake sürükleyecek şeylerin peşine düşer.
Tertemiz İslam fıtratı üzerine kara lekeler sürerek, amel defterini Allah’ın hoşnut olmadığı ve hesabını veremeyeceği davranışlarla doldurarak dünyaya karşılık olarak cehennemi satın almış olur. Böylece ruhlar âlemindeki ilk yaratılış toplantısında verdiği ‘evet sen bizim rabbimizsin’ sözüyle elde ettiği İslam ve iman fıtratını dünyada kaybedip; sahip olduğu kendisini kurtuluşa götürecek olan bu değerli hazineyi koruyamadığı için geri götüremeyerek hayat sınavını kaybetmiş olur. Dünyalık hevesleri yaşayıp, dünya mallarına sahip olurken; asıl sahip olmaya devam etmesi gerekeni kaybetmiş, geri dönerken asıl elinde bulundurması gerekeni unutmuş olur.
Şimdi gelelim can alıcı hikâyemize. Bir gün bir kadın, kucağında çocuğuyla birlikte bir mağaranın önünden geçerken içeriden gelmekte olan bir ses duyar. Sesin sahibi ona: “içeri gir ve dışarıda işine yarayacak neyi istiyorsan al, ama sakın içerideki hiç bir şey sana en önemli şeyin olan bebeğini sana unutturmasın. Ayrıca: senin beklemediğin bir anda çıkman için başka bir kapı açılacak. Açılacak olan kapı bir kere açılacak ve asla bir daha senin için oraya bir kapı açılmayacak. Kapının bir daha asla açılmayacağını da dikkate alarak alabildiğin kadar, dışarıda işine yarayacak mücevherattan almalısın. Ama o mücevheratın para etmesini sağlayacak olan bebeğini asla içerde bırakma, o olmazsa aldığın değerli mücevherat özelliğini kaybedecek ve beş para etmeyecek. Bu yüzden sakın bebeğini, yani senin için en önemli olan şeyi içerde unutma. Unutursan açılan kapıdan çıkınca bir daha çıkamayacağın kızgın bir ateşe düşeceksin” diyordu.
Kadın mağaraya girer ve gerçekten büyük bir servetle karşılaşır. İçerdeki altın ve mücevherleri görünce şaşkına döner ve çocuğunu yere bırakarak hemen büyük bir hırsla toplamaya başlar. Büyük hırsla toplamaya devam ederken kapı birden açılır ve içeriden birileri tarafından ‘yeter vakit doldu’ denerek dışarıya çıkarılır ve kapı kapanır. Bu sırada çocuğunu içerde unutmuş olduğunun farkına varır, ama kapı bir daha açılmamak üzere kapanmış bulunmaktadır.
Dünya bizim için böyle bir mağaradır. Çocuğumuz yani en önemli olan ve dünyadan aldıklarımızın değerli olmasını sağlayacak olan, yaratılış fıtratımız gereği olarak dünyaya onun la birlikte doğduğumuz imanımız ve İslam’dır. Yani Müslümanlığımızdır. Her bir insana süresi belli olsa da; bizim bilmediğimiz bir zaman dilimi olan ömrümüz günümüz itibariyle ortalama 60-70 yıldır. İnsanların bu hayatında önemli olanlar sahip çıkmamız gereken manevi değerler, inançlar ve Salih amellerimizdir. Yine uzak durmamız istenen günahlar, bize ve hayatın dengesini bozucu zararlı davranışlardır.
Ancak kazanç hırsı, zenginlik, maddi şeyler bizi öylesine büyüler ki, çoğu zaman en önemli şeyleri bir köşede bırakırız. Böylece zamanımızı dünyalık ve geçici olan şeylerle tüketir ve en önemli olan şeyi Ruhun hazinesini, iman cevherini ve yanımıza aldığımız değerli şeylerin para etmesini sağlayacak olanları bir köşede unuturuz.
Asla aklımızdan çıkarmamamız gerekir ki bu dünyada zaman çok çabuk geçer ve ölüm beklenmedik bir anda bizi yakalar. Ve hayatın kapısı bizim için ebediyen kapanmış olur. Son pişmanlık bir fayda etmez! Bu dünyaya gelen gider. Yürü fani dünya, sana gelende kalmış var mıdır? Senin peşine düşüp de öbür âlemi bir kenara koyanlardan hiç gülmüş var mıdır?
Necip fazıl şöyle diyor:
Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez
Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünya da
Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez
Bir temel fıkrası şöyledir:
Temel lokanta da yemek yerken bir bardak ister. Garson da masada duran bardağı göstererek; “masan da var ya!” der. Temel:  “onların tibi teluk, üstü kapalidur” diye cevap verir. O halde temel fıkrasındaki bardaklarda olduğu gibi hakka ve hakikate ters durup, dibi delik olup elimizdekini dökmeyelim ve üstü kapalı olup, bize lazım güzelliklerle ahiretimiz için lazım olan şeylerden mahrum olmayalım.
Altı kapalı üstü açık olalım ki; hep güzellikleri ve faydalı olanları içimize dolduralım. Pis olan zararlı şeyler diyebileceğimiz günahları da ayıklama gayretinde olalım. Allah yardımcımız olsun. ahirette cennet yurdu mekânımız olsun.
Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

6 Ekim 2012 Cumartesi

SENİN Kİ BENDE KARA




Son günlerde bakıyorum sosyal paylaşım sitelerinde herkes kendi doğrusunu tutmuş, ötekininkini kötülemek için çeşitli yollar ve olmadık bahaneler ve aramaya koyulmuş görünüyor. Tabi bu daha çok siyaset arenasında, güya siyaset yapmıyor ama hakikatin o olduğunu ve ülkenin satıldığını falan, zaman zaman kırıcı olacak durumlara kadar götürüyorlar.

Tabi hemen söyleyelim biz onlara müdahil falan değiliz. Sadece takip ediyor, okuyor ve düşüncelerinin hangi menşeden geldiğini gözlemleye çalışıyoruz. Bizim de bu konularda en az onlar kadar fikir sahibi olduğumuzu bildiğimiz halde; bulunduğumuz görevinde bunu gerektirmesi dolayısıyla müdahil olmamayı akılcı buluyoruz.

Müdahil olmuyoruz ama bizimde bildiğimiz ve söylenmiş yerinde sözleri de; fikrimizde ve zikrimizde tefekkür ediyoruz. Nedir onlar diyecek olursak; ‘Güneş balçıkla sıvanmaz. Çamur atıp izi kalsa da, gerçek er veya geç ortaya çıkar. Bekâra karı boşamak kolaydır. Konuşmakla peynir gemisi yürümez, konuşmanın yanında konuştuğunu yapmak lazım. Oyunu kuralına göre oynamak lazım. Birilerine göre başarıya giden her yol mubah olabilir ama Allah korkusunu içinde barındıranlar için başarıya giden tek yol, hak yoldan hakkın razı olduğu şekilde başarıya koşmak mubahtır.’

Muhalifse konuşanlar yandın. Ne yapsan yaranamazsın zevatlara. İstersen ağzınla kuş tut. İstersen aylık 2000 tl değil de 10000 tl maaş ver. Satına yüzde 100 fiyat ver, aldığını da yüzde 100 ucuzlat. Dert o değil ki; senin ki benden kara demek. Öyle bir hal ki; sessiz kalıyorsun ya da çekip gidiyorsun, mücadele et diyorlar. Alttan alıyorsun tepene çıkardın diyorlar. Yaptıklarını anlatıyorsun amma da kendini övdün diyorlar. Bağırıyorsun sakin ol diyorlar. Sakin olup aklı başında hareket ediyorsun, bu kadar da sakin ve sessiz kalınmaz ki diyorlar. Mazlumun maruz kaldığı zumlu dünyaya göstermek için bir şeyler yapmak, onlara insani yardım elini uzatmak istiyorsun, ne işimiz vardı bizim orada diyorlar. Yapmıyorsun hani o mazlumlar, garip gurabalar sizin kardeşinizdi, onlara yapılanları sadece seyrediyorsunuz diyorlar. Dikine gidip herkese hak ettiği cevabı hak ettiği gibi vermeye çalışıyorsun, ona yakışmadı diyorlar. Verdiğin bir kararın yanlış olduğunu fark edip doğrusunu uygulamak istiyorsun, yalancı yine kıvırdı, onun yaşına başına yakışmadı diyorlar.

Zaten her şey onlara mubah, diğerlerine haramdır. İşte bu benim ülkemde yıllarca közlenmiş yaram. Bendensen ne ala, ne yapsan yerinde ve münasip; değilsen uzaya astronot göndersen la münasip, la mütenasiptir. Peki, ölünce ne diyecekler? Ölüm sana yakışmadı diyecekler. Aslında adam iyiydi be, zamansız öldü diyecekler. Hayatın kuralı mı bilmem ki; dünyadayken el üstünde tutulan çok kişiyi ölünce büyük çoğunluk unutur. Hatırlamak bile istemez. Dünyadayken değerini bilmediklerini de ölünce yaşatmaya çalışırlar.

Bu dünya ki; hakkın yolunu isteyenlere dar
‘Bu âlemde nur ile karanlığın kavgası var;
Dövüşüyor her yerde hayal ile hakikatler,
Boğuşuyor her zaman cinayetle faziletler.’ Mehmet Emin Yurdakul

Onun için âlim olmaya, bilgili ve kültürlü olmaya çalışmak gerekir. Çünkü Cahil insanlar davul gibidir. Sesi çok çıkar ama içi boştur.  Tolstoy: ‘Cahille tartışırken söyleyeceğin her söz ateşe atılmış birer odundur aslında.’diyor. Ateşe atılan odunun ateşi daha da alevlendirdiği gibi cahil olup söylenen sözü anlamak istemeyen kişiye verilecek cevabi söz, cahilin ateşini daha da alevlendirir.

Eğer bir yerde büyük insanların gölgeleri görmezden gelinip; küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa orada güneş batıyor demektir. Ama onlar bunu güneş battıktan sonra fark ederler muhtemelen. Önceden fark edebiliyor olsalar zaten, herkesin gölgesi hak ettiği kadar olurdu. Yani herkese hak ettiği değeri verirlerdi.

Konuşup yazmak bir ihtiyaçtır düşüncelerimizi başkalarına aktararak, birbirimizi uyararak güzelliklere yönlendirmek için. Ancak anlamayacaklarsa, anlamak istemiyorlarsa ve en önemlisi dinlemesini bilmiyorlarsa susmak bir sanattır. İlla söylediklerimizi kabul ettireceğiz diyerek kendimizi zorlayıp, bunu yaparken de sinirlenip kalp kırmaya hiç gerek yoktur. Çünkü kalp kırmak çok kolay, ancak tamir etmek ise gerçekten çok zordur.

Onun için akıllı hareket edip, ağzımızdan çıkacak her sözü iki tartıp bir söylememiz gerekir. Her ne kadar kırılan kalp tamir olmasa da, özür dilemeyi bilmemiz gerekir. ‘Akıllı insan, kendini sorgulayan ve ölüm ötesi için çalışandır. Aciz insan ise nefsine (çirkin arzularına) uyan ve Allah’tan olmadık şeyler umandır.’ (Tirmizi, Kıyamet, 25) Kibir ve büyüklük edip, özür dilemekten ve gönül almaya çalışmaktan kaçınmak ise daha büyük olumsuz sonuçlara götürebilir. Onun için güzel olanı tercih edip, hataları tamir etmeye çalışarak, pişmanlık duyarak, güzelliklere yol almaya çalışmak gerekir. ‘Şüphesiz ki Allah güzeldir; güzelliği sever! Kibir ise hakkın iptali, insanların tahkiridir.’ (Tirmizi, Birr, 61)

Ağaç hiçbir zaman çiçeğini bırakıp gitmez. Ağacı bırakıp giden her zaman çiçektir. Bedenimizi bir ağaç olarak nitelersek; ruh onda bir çiçektir. Çiçek onda güzel açarsa dünya kokusuyla dünyanın kokusu da güzelleşecektir. Bedendeki çiçek olan ruh açmazsa, buruşup çürürse dünyayı çürüksü bir koku saracaktır. İnsanlar bu bilinçle hareket ederse ve herkes imkânlar dâhilinde birbirini uyarmaya ve ruhları çiçek açtırmaya çalışırsa, dünya kendiliğinden güzelleşecektir.

Hani bir çocuk babasıyla oynamayı istermiş. Babası da yorgun argın eve geldiği için çocuğunu başından savmak için bir seferinde yapboz olarak düzenlenmiş dünya haritasını eline vererek; ‘git bu dünya haritasını yerleştirip düzelt, sonra gel oynamaya götüreceğim’ demiş. O da gitmiş 5 dk da haritayı yerleştirip gelmiş. Babası hayretle sormuş: ‘oğlum nasıl yaptın bu kadar kısacık sürede’ diye. O da; ‘baba arkasında insan resmi vardı. İnsanı düzelttim dünya kendiliğinden düzeldi’ demiş.

O halde kendimizden başlamak üzere önce insanı düzeltmeliyiz. Haksız yere can yakmamalıyız. Kalp kırmamalıyız. Benim dediğim, bizim dediğimiz diyerek tutturup azınlığın istediği değil. Çoğunluğun istediği olmalı. İstişareye önem vermeli ve her kesimin fikrini almalıyız. En doğruyu bulmaya çalışmalı, bu fikir bizimkilerden değil diyerek görmezden gelmeden, peygamberimizin istişare kuralına uygun olarak karar vermeliyiz. Karar verince de korkusuzca uygulamalıyız. O ki; toplumu ilgilendiren birçok konuda ve durumda yüce Allah’a ‘nasıl yapayım’ diyerek sorup, o şekilde hareket edebilirdi. Halkıyla, ashabıyla istişare etti ve karar verince de hiçbir şeyden korkmadan onu uyguladı.

Unutmayın! Haksız yere yaktığınız can kadar canınız yanacak ve başkalarını üzdüğünüz kadar sizde üzüleceksiniz. Önemli olan baktığın şeyin ne olduğu değil. Senin nasıl gördüğündür. Çünkü hangi niyetle bakarsan öyle görürsün…

Yüce Rabbim niyetlerimizi halis eylesin. Meseleleri at gözlüğüyle değil, hak gözlüğüyle görmemizi bizlere nasip eylesin. Senin ki benden kara değil; benim ki en akçası olmalıyı söyletmeyi ve yaptırtmayı cümlemize nasip eylesin.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey