15 Eylül 2013 Pazar

TEK OTORİTE ALLAH AMA




Çevrenizde haklı olarak Türk halkının Müslüman olduğunu ve kâinattaki tek otoritenin Allah olduğunu ileri sürerek her şartta olursa olsun onun dininin yaşanması ve kanunlarının uygulanması gerektiğini ileri sürdüklerini görürsünüz. Ya onları da Allahın dinine uygun hareket etmelerini sağlamak gerektiğini ya da onlarla birliktelik kurulmaması gerektiğini savunduklarını görürsünüz. Bunu da ayetlerde geçen ‘onlar sizin dostunuz değildirler’ demeye gelen ifadeleri öne sürdüklerini görürsünüz. Biz onların dostluklarından vs değil de onlarla aynı dünya da nasıl yaşanması ve nasıl mücadele edilmesi gerektiğini ifade etmeye çalışacağız.

Örneğimiz ve önderimiz peygamberimiz olduğuna göre; o Mekke’yi fethedip geri döndüğünde ya da diğer zamanlarda kâfirlerle ve müşriklerle nasıl komşuluk etmiş, nasıl mücadele etmiş ona bakmamız gerekmez i? Onlar kafir, konuşmayalım, alışveriş etmeyelim, onlar yokmuş gibi davranalım gibi bir yaşam tarzını benimsemediğini hepimiz bilmekteyiz.

Dünya üzerinde yaşayan insanlar ikiye bölünmüş durumda; iyiler ve kötüler, inananlar ve inanmayanlar, dünyayı ön planda tutanlar ve ahreti ön planda tutanlar, insanlığın kurtuluşunu isteyenler ve kendi çıkarları için dünyayı yangın yerine çevirmekten çekinmeyenler vb söylemler ile çoğaltabileceğimiz mücadele sürüp gitmektedir. Kıyamet kopuncaya kadar sürüp gideceği de bilinen bir vakıadır. Yadsınamaz ve inkâr edilemez bir gerçektir.

Osmanlı’nın yıkılışından sonra Allah’ın kanunlarını göz önünde bulundurarak; mazlumu zalimlerin zulmünden koruyacak bir güçte devlet olarak orta da görünmemektedir. Biz ülke olarak 10.yıl marşını ve andımızı her gün okullarımızda söyledik. Onuncu yıl marşının içinde ‘ülkemizi demir ağlarla ördük’ derken Atatürk’ün ördüklerinin bile bakımını yapıp koruyamadık.

Andımızda Atatürk’ün: ‘Türk, övün, Çalış, güven’ sözünü tekrarlarken biz ülke olarak sadece ismimizin başına TC yazdık ve övündük ve bide Türk olmak başlı başına bir şeymiş gibi bu güveni sağlayacak birçok şeyi yapmadan Türklüğümüze güvendik. Kimimiz de biz Müslüman Türk evladıyız dedik. Çeşitli savaşlardaki kahramanlıklarımızla ve Allahın bize görünmez varlıklar tarafından yardımını anlattık durduk. Allah korur, onun dediği olur, ona güvenmek tevekkül etmenin gereğidir derken; tevekkül’ün gereği olan ve istediğini elde etmek için önce yapılması gereken çalışmanın ortaya konması gerektiği bilinciyle alınması gereken tedbirlerin alınmasını aklımıza bile getirmedik.

Tek otorite Allah’tır; doğrudur. Ama O’nun razı olduğu yolda Kuran yoludur. Müslüman Türk halkı olarak bunu da biliyoruz. Dünya üzerindeki diğer Müslüman halklar da bunu biliyor. Ama Müslümanlar Allahın dinini yaşamakta zayıflık gösterdikleri yetmiyormuş gibi; günahlarına ve eksiklerini İslam da var diyerek bilgisizce bahane aramaya çalıştıklarını görürüz. ‘Allah bize yeter, bizim bir şey yapmamıza gerek yoktur’ der gibi davrandıklarını görürüz.

Allah Kur'an-ı Kerimde: "Ey örtüsüne bürünüp örtünen kalk ve uyar" (Müddessir Suresi, 1-3)buyurur. Müslümanlar olarak ya da dünyadaki Müslüman milletler olarak birbirimizi ne kadar uyarıyoruz? Kur'an-ı Kerimin birçok ayetinde, Peygamberimize emredilen tebliğ ve inkârcılara karşı mücadele, onun yolunda yürüyen Müslümanların da en önemli görevleridir. Bu önemli görevler Peygamberimizle sınırlanamaz. Yine: "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihat et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran. Onların barınma yerleri cehennemdir, ne kötü bir yataktır o!" (Tövbe Suresi, 73)

Dünyayı günümüzde yaklaşık 20 ülke yönetiyor. Onlara da G–20 deniyor. Bu ülkeler bir birine rağmen herhangi bir şeyi tek başına yapması mümkün görünmüyor. Daha dar kapsam da BM de, 5 daimi üyenin biri aykırı çekerse hiç bir şey yapılamıyordu ki; bir adam çıktı ve dedi ki; dünya 5 ten büyüktür. Sonramı ne oldu? Suriye’yi vurmanın eşiğine gelindi. Çatlak sesler olarak olsa; Suriye de yaşanan insanlık dramına karşı bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Yoksa çok beklerdik kendi halkını kimyasal bombalarla vuran Beşar Esat’e birileri dur denecek diye...

Her ne kadar son yılda ülke (Türkiye) olarak ekonomik ve siyasi olarak biraz güçlenip G-20 arasında temsil edilsek de, Beş daimi üyenin dediğinin olduğu BM ye gözlemci üye olsak da gücün kadar konuşuyorsun. Gücün kadar yanlışlara dur diyorsun. İnkârcılara ve zalimlere karşı gücün kadar mazlumları koruyabiliyorsun. Sert ve caydırıcı davranabilmen için; o zalimlerin ya da zalimlerin arkasındaki bilumum güçlerin elindeki imkânların, hatta daha fazlasının sende olması gerekiyor. İlim, bilim, sanayi, denizcilik, ekonomi, üretim ve benzeri konularda çok çalışman gerekiyor. Yani onlarla mücadele edebilmen için yapılması gerekeni yaptıktan sonra Allah’ın yardımının kuşkusuz geleceğini bilmen gerekiyor.

Bana ne bilmem kimlerden, bana ne ABD den, bana ne Rusya’dan, bana ne İsrail’den, vs bize Allah yeter. Elinden geleni sonuna kadar yapmadan; gücüne bakmadan; planlama, istişare, hazırlık yapmadan; en büyük güç Allah’tır o bize yardım eder dediğin zaman rüzgarın önündeki yaprak gibi darmadağın oluyorsun. Allah zalimde olsa, kafir de olsa çalışana veriyor. Sonunda ortada bir sen kalmıyor.

Dünya Müsüman’larıyla birlikte hareket edemiyorsun. Halklar istese de yöneticileri o zalimler tarafından seçilmiş, ülkenin başına oturtulmuş. Onlar izin vermeyince, daha darbeye darbe demiyorlar. Cumhurbaşkanı veya başbakan sende olsan; gücün kadar hayır diyebilirsin. Gücün kadar dur diyebilirsin zulme. Gücünü elde etmeden ‘bunlar faso fiso’ dersen 15 gün ile 3 ay arası kalırsın iktidarda...

Elbette Allah’tan başka otorite yok. Elbette Allah’tan başka otorite ve ondan başka güç tanımayız. Ama bu söylediklerimiz de dünyanın gerçeğidir.

Otorite tanımak ayrı bir şey, eşeğini sağlam kazığa bağladıktan sonra Allah'a güvenmek ayrı bir şeydir. Dikenli yolda koşmaya kalkarsan ayağına dikenler batar, az ötede düşersin. Önce yoldaki dikenleri etkisiz hale getirmek lazım. Ben diken-miken bilmem, ben koşarım dersen; bırak hedefe varmayı, daha hedefi görmeden düşersin. Japonya Hiroşima’ya bombayı yiyince bunları anladı ve birlik olup çok çalışarak güçlü ülkeler arasına katıldı. Bu yolda her geçen gün daha çok çalışıyor. Ülkemizde son yıllarda bir şeyler yapmaya çalışıyor ama hala ayağındaki prangalardan kurtulabilmiş değil. Ülke olarak birlik olup çok çalışmak şöyle dursun, kendi içimizden sürekli birileri hainlik edip kendi ayamıza kursun sıkmaya veya pranga olmak için her yolu deniyor.

Aydınlık ve çağdaşlık gibi bahanelere sığınıp; demokrasi ve özgürlük gibi kavramları tekrarlayarak ve bunları herkes kendisinden gördükleri için isteyip, diğerlerinden gördüklerine hayalini bile kurdurmayarak ülkemizi aydınlık yarınlara çıkarma şansımız yoktur. Geçmişteki bizim dediğimiz olur, bizim dediğimiz gibi olmayacaksa ışık da, aydınlık da istemeyiz deyip sözde aydınlığa bile karşı çıkmak abesle iştigaldir.

Hem İslami yaşantı gelmesin diye; Müslümanların yaşam haklarını engellemek için her yolu deneyip, sonra da onların yaşamlarındaki eksikleri ve dini yanlışlarını eleştirmek de abesle iştigaldir.

Herkes biliyor ki; tek otorite Allah’tır. Aydınlık da, çağdaşlık da onun yolunda yürümekle olur. Dinimizi çok iyi öğrenmekle olur. Kültürel ve ahlaki alanların yanı sıra ekonomi, sanayi, ticaret, üretim, teknoloji ve ulaşım alanların da dünya milletleriyle yarışmak ve onların üzerine geçmekle olur.

Işıktan korkanlar bırakın korkmaya devam ededursunlar. Işıktan korkanlar bırak ampulü, mum bile yakamaz. Ay, yıldız, güneş onlara çok geliyorsa; bırakalım onlar ateş böcekleri ile yetine dursunlar. Aslında ışıktan korkanlara o bile fazla.

Rabbim dağda ve dağdaki terörü zihninde tutup onlardan bir şey bekleyen, gezi de üç beş ağaç deyip ülkemizin tüyünü yolmaya kalkan hainlere, sözde hak arayarak hak gasp eden ihanet şebekelerine hidayet versin.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

30 Ağustos 2013 Cuma

BAŞBAKANA HALKIN SORULARI

Bu yazımızda sayın başbakana hitaben halkın sorunlarından bir kaçına değinmek istedim. Bu yazımızı, başka sorunları da kapsayan şekilde başbakanımıza Bimer sistemin üzerinden istek ve öneri olarak yazdığımız için, bunların bir kaçının da buradaki köşemizde yayınlanmasında herhangi bir sakınca görmediğimizin bildirmesini isteriz.

Sayın Başbakanım sizi çok seviyorum. Rabbim ülkemizin başından eksik etmesin. Ülkemiz için her şeyin en iyisini yapmaya çalıştığınızdan hiç kuşkum yok, hatta bundan adım gibi de eminim. Düşüncem asla size muhalefet etmek değildir. Halkın ağzında gevelediği, sizin ve hükümetinizin hakkında olumsuz olarak dile getirdikleri bazı konuları bilmenizi istedim. Herhangi bir vatandaş olarak benim de, bazı konulardaki görüş ve düşüncelerimi sizinde bilmenizi istiyorum.

1. Terörle mücadeleden taviz vermeden insan hakları çerçevesinde çözüm arayışlarınızı sonuna kadar destekliyorum. Gördüğüm kadarıyla içinden çıkıp geldiğiniz parti elemanları ve malum iki ana muhalefete gönül verenler bu sorunu çözüp halktan puan almanızdan korkuyorlar. Sanırım onun için gizlilik olmasın da, süreci daha kolay baltalayalım istiyorlar.

2.Hazine arazileri satıldı, hem de öncelik işgal edenlere verilerek, onlarda en azından başkaları da ihaleye girebiliyordu. Ama 2/b ler için aynı şey söz konusu değil. Hem işgal ediyorlar, işgal edilen yerler ellerinden alınmadığına şükretmiyorlar. Birde nerdeyse bedavaya alacaklar. Kul hakkı diye kamuya ait hazine arazisini işgal etmeyenler iki kere cezalandırılıyor.

3.öğretmen vs atamaları torpil sonucu, eş durumu tayinleri sonucu, merkezler de yığılma köy ve mezralarda öğretmen açığı oluşuyor. Garibanları gönderiyorlar köylere, torpili olmayanları gönderiyorlar. Birçok öğretmen ve diğer kamu da görev yapan bazı memurlar işe bile gitmeden para alıyor. Bu eş durumundan mazeret üreterek merkezlerdeki merkezi yığılmaları önlemeniz gerek. Torpili önlemeniz gerek. Eş durumu tayinleri aynı illere yapılsa bile, il içindeki ihtiyaç olan köylere ve mezra ilçelere gidip gelmeliler. Yoksa köyler, mezralar öğretmen açığı, görevli memur açığı çekerken merkezde yığılmalar devam eder.

4. Çiftçinin sorunları hakkında konuşulanları da bilmek istersiniz. Eti vatandaşa ucuza yedirebilmek için ithal etin önü açılıyor. Ama samanı ve yemi ucuzlatmak için zamanında hiç bir şey yapılmadı söylentileri buralarda dolaşmakta. Zamanında saman ithali söylentisi bile yapılsa, saman fiyatları bu kadar artmazdı. Zenginler stok yapıp köylü vatandaşı zor durumda bırakmazdı deniyor. Destek değil, biz hayvancılığın yapılabilmesi için yem ve saman fiyatlarını düşürseler yeter deniyor. Zaten destek birliklere üye olmadan alınmıyor. Devletin verdiği desteğin yarıya yakınını birlikler ve bankalar kesiyor deniyor. Görevli memurlar görevini doğru dürüst yapmıyor çoğu yerde. 40 koyunu olan, haksız yere fazla destek almak için 120 koyun gösteriyor. Ekilen arazilere ne ekildiği ve kaç dönüm olduğu doğru dürüst kontrol edilmiyor, adamına göre hareket ediliyor. Birlikler bilgileri zamanında güncelleyip girmiyor. Bir bakıyorsun adamın kestirdiği ineği Diyarbakır da görünüyor. Bir bakıyorsun denizlide görünüyor. Bunlar destekleme alma girişiminin neticesinde yapılan usulsüzlüklerin neticesi olarak söylenmekte ve dillendirilmektedir.

5..Hayvan kestirmek bile daha masraflı ve zahmetli hale geldi. Kepsut ilçesinde 2- 3 tane mezbaha varken. Dursunbey de doğru dürüst mezbaha yok. Köylü hayvanını kestirebilmek için Dursunbey’e götürecek, akşamı buluyor izinleri alması, ertesi günü Kepsut mezbahasına götürecek. Gitti iki günü ve üstüne dünya kadar araba masrafı. Şahsen benim hayvanım yok, çiftçi de değilim. Ama bunlar halkın sorunları. İlçe yetkilileri sizinle Balıkesir’de görüşmüşler, keşke bunları dile getirselerdi. Sanırım sadece üniversite istemişler. O da lazım tabi…

6.Son olarak; geçenlerde bazı bakanları değiştirdiniz. Halk diyor ki; değişmesi gereken bakan tarım bakanıydı. Kırsal kesimi bitirdi diyorlar.

Sadece bilmesini istediğimiz konuları yazmaya çalıştığımız yazımızın sonunda, başta başbakanımız olmak üzere ülke meselelerine ve halkın sorunlarına kafa yoran herkese selam, saygı ve sevgilerimizle...

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

15 Ağustos 2013 Perşembe

RAMAZANI İDRAK EDERKEN





Zamanın bir yerinde, belki de ömrümüzün kalan son deminde rabbim nasip etti. Yüce Allah bu yılda ramazanı dolu dolu yaşamak ve kendisine ibadet ve itaatte bulunma fırsatını bizlere bahşetti. Kim bilir belki de bu dünyadaki son ramazanımızdır. Bir daha ki ramazanı görmeyiz belki de.

Allah insanların istifadesine bütün mahlûkatı yaratmış ve onlardan yararlanıp hayatını kolaylaştırsın ve kendisine ibadet edilsin ve kulluk vazifesi yerine getirilsin ister.  İnsan sahip olduğu şeylerden ihtiyaç duyduğu şeylerin yapılmasını ve onlardan faydalanmayı nasıl isterse; Allah da ihtiyacı olmadığı halde kulundan kendisine sevgiyi, saygıyı ve kulluk vazifesinin yerine getirilmesini bekler.

Yaratılmış olan her şey Allah’a itaat eder. Yıldızlar bir düzen içinde kendilerine verilen görevi yerine getirir ve çarpışmadan hızla dönerler. Kar ve yağmur tanelerini yere düşerken çarpışmadan düşüren yüce Allah’tır.  Envai çeşit bitkiyi, yabani ve evcil hayvanı insanın istifadesine hizmet ettiren yine yüce Allah’tır. Her şey ona ibadet eder, onun emrine itaat eder. İnsanında kendisine itaat etmesini bekler. Diğer mahlûkattan farklı olarak da bu itaati yapıp yapmayacağını görmek için; insanların ve tabi bir de cinlerin cüz-i iradelerini kendi ellerine vermiştir. Peygamberler gönderip neyin yapılmasını istediğini ve neyin yapılmasını istemediğini bildirerek; bunlara göre yaşamanın sonucunda cennet ile ödülün ve cehennem azabın olduğunu haber vermiştir.
Gelelim konumuza; ne mutlu ki rabbim bizleri İslamiyet ile şereflendirmiştir. İslam üzere yaşama gayreti içinde ömrümüze devam ederken, üç aylar ve onların içinde yer alan mübarek gecelerin ardından yine mübarek ramazan ayına ulaşmış bulunuyoruz.  Ramazan ayının hicri takvim ile miladi takvim arasındaki 11 günlük farktan dolayı, her yıl 11 gün önce gelerek 33 yılda devri daim yapan ramazan ayı bu yıllarda yaz aylarına denk gelmektedir.

Haliyle yaz aylarında havalar sıcak oluyor ve tabiî ki günlerin oruçlu geçecek olan kısmı uzun oluyor.  Böyle olunca açlığa ve susuzluğa dayanmak zor oluyor. İş güç ve dünyalık nimetler peşinde koşarken namaz ve diğer ibadetlere ayıracak vaktimizin olmadığını düşünebiliyoruz. Oysa namaz için ayıracağımız vakit 24 saatin yaklaşık bir saati kadardır. Cemaatle kılacak olsak bu belki iki saate ancak çıkar. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışan insanın yarın ölecekmiş gibi de ahret için çalışması gereken insanı düşününce bu zaman devede kulak gibi kalır. Yine oruçta 12 ayda bir ay olduğu hesap edilecek olursa, bir aylık ramazan da devede kula kalır.
Şeytan ve en büyük düşmanımız olan nefsimiz bizlere ibadeti zor gösterir. Oyun ve eğlenceye, dünyalık heveslere yönlendirir. Helalleri bırakıp haramlara tevessül etmeye özendirir. Hayat yolu elbette zorludur. Her adımda, yapacağımız her güzel işte karşımıza birçok zorluklar çıkacaktır. İrade sahibi insan "Ben Allah'ın izniyle bu işi başaracağım" diye azmederse o zorluğu aşar. Bizden önce nice insanlar bu yolda zorlukları aşarak kulluk vazifesini yerine getirmeyi başarmıştır. Niceleri de gafilce yaşayarak; rabbimizin elçileri vasıtasıyla uyardığı halde, kendi sonunu hazırlamıştır.

Ramazan ayında insanların oruç tutmamak için bir takım bahaneler üreterek; şekerim var, tansiyonum var gibi bir takım mazeretler ileri sürüyorlar. Hâlbuki onlardan daha ileri derece de rahatsız olan ve aynı şikâyetleri olan birçok kişi Allah rızası için orucunu tutmakta olduğunu görüyoruz. Elbette sağlık önemlidir. Sağlık tehlikesi baş göstermiş ise oruç ertelenebilir. Şekerim var deyip orucunu tutmayana bakıyoruz, zararlı olduğunu bildiği halde balı, lokumu, envai çeşit tatlıyı gördüğünde bırakmıyor başkası da yesin.
Hele bir sigara var tiryakiliği var ki; vücuduna onlarca zararı varken içmekte diretiyorlar ve bırakamıyorum martavalıyla kendilerini kandırmaya devam ediyorlar. Onlar sigarayı bırakmasa da, sigara zaten onları hiç beklemedikleri bir anda bir yerde bırakacak, o da ayrı bir konudur. Sigara içmek için direttiğinin üçte biri kadar oruç tutmak için diretse bir ay, orucunu tutarak hem Allahın emrini yerine getirecek, hem de sıhhat bulacak. Orucunda ve namazında Müslüman bir doktorun muayenesi sonucu ileri derece tespit edilmiş bir rahatsızlık varsa zaten oruç tutulmayabilir. Dinimiz bu ruhsatı vermiş, önce sağlık demiştir.

Mesela bende mide rahatsızlığı ülser var. Birçok yemek dokunuyor. Kursağım kızıyor. Bağırsaklarım yanıyor. Yediğim yemek boğazıma yukarı kaynayıp geliyor. Allaha şükürler olsun orucumu bırakmadım, bırakmıyorum, oruç tuttuğum için de ölmedim, ölmüyorum. Çok ciddi bir tehlike olursa zaten bozup, sonra iade etmek, güne gün oruç tutmak suretiyle ödeme şansımız var.

Namaz aynı şekil de; insanlar eğilip kalkamıyorum, elbisemin ütüsü bozuluyor, zamanım yok, elimde yara var, kolumda sargı var, ayakta duramıyorum, vb gibi bir sürü mazeret ileri sürerler. Top oynamaya, kahvehane de sabahlara kadar sohbet etmeye, maddi bir çıkar için saatlerce bankada vs ayakta sıra beklemeye gelince durabiliyor ayakta, namaza gelince duramıyor insanlar.

Cennet ucuz değil, cehennem lüzumsuz değildir. Ramazan'da açlığı susuzluğu yorgunluğu yaşıyoruz. Zorluklarına göğüs germeden, çilesini çekmeden cennete hemen giriverecek değiliz. Çilesini çekmediğimiz hiçbir şey bizim değildir. Oruç tutmanın da elbette zorluğu olacak. Açlık hissedeceğiz, susuzluk hissedeceğiz ki; Allah rızası için tuttuğumuz orucun ve zorluğuna katlandığımız diğer ibadetlerin mükâfatını umalım. Oruç tutmanın çilesi varsa Allah için o çileyi çekmek biz Müslümanlar için en büyük saadettir. Özgürlüğün en güzeli İslamiyet'e esir olmak, onun emirlerine ve yasaklarına uygun yaşamaktır.

Çünkü İslamiyet de başkalarını düşünme vardır. Diğerlerini kendimize tercih etme vardır. Müslim olsun veya olmasın başkalarının haklarını gasp etmek yasaktır. İslamiyet de sevgi, saygı ve hoşgörü çerçevesinde barış ve huzur içinde yardımlaşarak yaşamak vardır.

Bu sebeple dini ve İslami duyguları artan insanlar Ramazanda daha yumuşak huylu olur. Kavgalar, hak gaspları, zulümler, hakaretler en aza iner. Müslümanlar arasındaki yardımlaşma hareketleri artar. Meyhaneler kumarhaneler içkili lokantaların çoğu bu ayda kapatılır ya da dini duygular davranışlar bu ayda daha belirgin hale geldiği için insanların çoğu oralardan elini ayağı çeker. Topluma diğer zamanlardakine göre; daha bir huzur gelir.

İslamiyet'i her zaman bu aydaki gibi yaşamaya çalışsak, insanların iyiliğine olanları emreden, kötülüğüne olanları yasaklayan yüce Allahın emirlerine uygun yaşamaya çalışsak; nasıl bir sosyal hayat ortaya çıkacak onun örneği bu ayda görülür.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

20 Haziran 2013 Perşembe

HANGİ VE NASIL DEMOKRASİ




Bizim bildiğimiz demokrasi; bütün vatandaşların, devlet politikası hakkında söz söylemekte eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Yunanca  dimokratia(yani dimos, halk, toplum, yani kratos, iktidar) sözcüklerinden türemiştir. Türkçeye, Fransızca democratie sözcüğünden gelmiştir.
Daha çok devlet yönetim biçimi olarak bilinmesine rağmen, üniversiteler, işçi ve patron  organizasyonları ve bazı sivil kurum ve kuruluşlar da demokrasi ile yönetilebilirler. Demokrasinin ana yurdu olan Eski Yunanistan`daki filozoflar (Aristo ve Eflatun gibi) demokrasiyi eleştirmiş, o zamanlarda halk içinde "basit insanların yönetimi" gibi aşağılayıcı kavramlar kullanılmıştır.
Fakat demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın olarak kullanılan devlet yönetim biçimi haline gelmiştir. Artık siyaset bilimciler hangi sistemin daha iyi olduğundan çok hangi demokrasinin daha iyi olduğu tartışmasına girmişlerdir. Günümüzde hala demokrasinin anlamı tartışılmaktadır.  Bunun sebebi kendi görüşlerini haklı çıkarmak isteyen kişilerin "demokrasi böyle gerektiriyor" veya "doğru demokrasi bizim yaptığımızdır" şeklinde kendilerini haklı çıkarmaya çalışmaları ve buna yönelik işlem yapmalarıdır.
Demokrasi demek herkesin aynı şeyi kabul etmesi değil, azınlığın çoğunluğa tahakkümü değil, asgari müştereklerde salt çoğunluk olarak ne kadar birlikte hareket edilebileceği meselesidir. Herkes aynı fikirde olacak olsaydı, herkes aynı şeyi isteyecek olsaydı demokrasi yöntemi benimsenmezdi. Kim güçlüyse silah kimdeyse onun dediği olurdu. Kimin sesi çok çıkıyorsa öyle olurdu. O zaman demokrasi olmaz, monarşi olur, teokrasi olur, otokrasi olur, oligarşi vs olur.
Bir devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurması olan monarşi ile dine dayalı yönetim biçim olan teokrasiden halkı kurtarıyoruz deyip sadece belli bir zümrenin ülkeyi yönetmesi fikrini demokrasi anlayışı olarak bu millete yutturma ve kabul ettirme anlayışı artık rağbet görmemektedir. Bu tutumu devam ettirmek için yapılan dış destekli korkutma ve sindirme çalışmaları artık gerçek demokrasi özlemiyle yönetilmeyi arzulayan ve kendi seçtikleri liderleri ve hükümetleri yine kendilerinin indirmesi gerektiğini yüksek sesle haykırmaktadır.
Ey beni anlamıyorlar deyip, ben şöyle ben böyle diye demokrasi arama bahanesiyle meydanlara çıkıp yakıp yıkan kardeşim. Peki, sen o eleştirdiklerini ne kadar anlıyorsun. Öteki taraf dediklerini, senden olarak görmediklerini ne kadar anlıyorsun. Sen hangi demokrasiden bahsediyorsun. Yoksa senin demokrasi diye özlemini duyduğun şey, oligarşi olmasın.
Yoksa sende onlar bin kişi de olsalar, bir tek ben etmezler, onların bin oyu benim bir oyuma denk değil diye düşünenlerden misin? Halk halk deyip halka soralım deyince dansözlüğe yeltenenlerden misin yoksa? Kendini onların yerine koydun mu hiç? Hayır. O zaman ne diye bir de kendini Atatürkçü niteleyip demokrasi deyip zırvalıyorsun…
Merhum Atatürk, merhum Adnan menderes ve merhum Özal ile birlikte halk kahramanı olarak görülen başbakan Erdoğan'ın başını yeme çalışmalarınızı da demokrasi adına, hiçbir zaman arkanızda bulamadığınız halkın büyük çoğunluğuna rağmen halk adına yaptığınızı biz biliyoruz.
Ancak bu kez hiç olmadığı kadar halk bilinçli ve kapı gibi hükümetinin arkasında duruyor. Adnan Menderes'in dünü, bugünü ve yarını gözler önüne seren, bundan sonrada ülkemizin her kendine gelişinde, her ayağını altına alıp ayağa kalkma girişiminde, ülkemizin üzerinde maddi manevi hesabı olanların tekerine her çomak sokuşunda oynanacak oyunu gözler önüne seren konuşmasını defalarca dikkatlice dinlemek lazım.
Atatürk diyor ki; "Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasî bir fikre malik olmak, seçtiği dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetlerine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz."
Ben halkoyuna itibar etmem. Mahkeme kararıyla da olmaz. Peki, ne olacak? Benim dediğim olacak. Hadi ya! Halk senin istediğin kararı verince kabul edeceksin.  İstediğin kararı vermeyince; seçim sonucunu, referandumu, plebisit’i kabul etmeyeceksin. Yok, öyle yağma. Arkandaki 3- 5 bin çapulcuyu kandırabilirsin. Ama halkın tamamını kandıramazsın değil mi? halkın tamamını senin oligarşi anlayışına, demokrasi diye inandıramazsın öyle değil mi?
Sevgili kardeşlerim! Değerli okurlar! Halkın çoğunluğu bir kere belki, ama defalarca yanılmış olamaz. Onun için salt çoğunluğun kararına saygı duymak demokrasinin gereğidir. Kendini elit sananların, demokrasilerde kimsenin kimseye üstünlüğü olmadığını artık kavraması gerekiyor. Herkesin eşit olduğunu bilmesi gerektiğini bilmesi gerekiyor. Dağdaki çobanında, şehirdeki amir, memur ve işçinin de söz hakkı var.
Birde bu dini siyasete alet ediyorlar lafına çok takılıyorum. Gerçekten dini siyasete alet edenler vardı eskiden. Yaşamadan dindar geçinenler, dini hakları gasp ederken, insanların yaşam haklarını gasp ederken ‘Biz dinsiz miyiz? Biz kâfir miyiz? deyip, dini yaşantı isteyenleri Arabistan’a göndermek isteyenler vardı. Ya zorla onları değiştirmek ya da son çare olarak evlerine hapsetmek isteyenler vardı.
Ancak dini siyasete alet etmeden, Müslümanlarında diğer halklar gibi başkalarının özgürlüğünü kısıtlamadan dini yaşam hakkını ellerinden geldiği kadarıyla eksikleri var belki ama o dini yaşıyorlar. Yani dini hiçbir şeye alet etme gereği duymadan yaşamaya çalışıyorlar. Kanunları da dine göre değil, şahısların inançlarını yaşayacak kadar serbestleştirmek istemek, dini siyasete alet etmek olarak kabul edilemez. Fikirlerimiz farklı da olsa biz kardeşiz. Ama yaşamlara ve fikirlere başkasının özgürlük alnına müdahale edilmediği sürece saygı gösterilmeli. Demokrasi istiyorsak bu bir zorunluluktur.
Gelelim Gezi Parkı olaylarına. O mesele bir tiyatro sahnesidir. Kuklaları değil, onları oynatanları görmeye çalışmak gerekir. Hükümet 10 yıldır olduğu gibi hukuk devleti olmanın gereği olarak eylemler olmasa da; yine mahkeme kararına uyacaktır. Hükümet mahkemenin çekincelerini göz önünde bulundurup, projeyi yeniden gözden geçirip hayata koyacaktır, koymalıdır. Yoksa her projenin karşısına her kesimden 3- 5 bin kişi istemezükçü çıkar ve artık hiç bir iş yapamaz hale gelir. Gerekirse plebisit halka ile sorulur ve çoğunluğun tercihi yerine getirilir. Demokrasi budur. Bu olmalıdır. Böyle olmalıdır. Hiç bir konuda yüzde yüz herkesin aynı şeyi kabul etmesi söz konusu değildir demokrasilerde...
Amerika’yı yeniden keşfetmeye lüzum yok. O zaten defalarca keşfedilmiş. İyi ve kötü, zararlı ve faydalı biliniyor. Ama birileri ısrarla kötüyü tercih ediyorsa; onlara fetva falan kar etmez. Herkesin her konu da aynı şeyi düşünmesi söz konusu olamaz. Ama herkes haddini bilmeli, sevmediğini alt etmek isterken bunun ülkemizde neye mal olduğunu bilmeli.
Nedir bu acele? Seçime az kaldı. Herkes alacak boyunun ölçüsünü. Her seçim öncesi bunlar yapılıyor ama netice hep aynı hezimet oluyor. 3- 5 bin kişi topluyoruz sokakta diye kendilerini çoğunluk sanıyorlar. Bizimde sadece bir oyumuz var. Elbet günü gelince en iyi gördüğümüz oluşum için sandığa koyacağız. Herkesin öyle yapması ve neticeye rıza göstermesi gerekiyor.
Seçim programlarında bunları ve bunları yapacağım deyip de halktan oy alan iktidarın, uygulamaya koyduğu konuları bahane ederek şiddet yaratması, PKK’lı teröristler gibi davranması sizce reva mı? Sağduyulu insanlara soruyorum onların her zaman eleştirdikleri PKK militanlarından ne farkı vardı? Onlarda kendilerince hak talebiyle sokağa çıktıklarını söylemiyorlar mı?
Şunu özellikle belirtmeliyim; bu yazıyı okuyan okumayan hiç kimseden hiçbir parti ve oluşuma oy verin diye talebim yok. Olamazda zaten. Ben kendimce bir vatan sever olarak ülkemizin huzurunu, demokrasi içinde kalarak farklılıkları zenginlik bilerek, asgari müştereklerde birlik olmaya çağırıyorum.
Benim oy verdiklerim kazanmadı hadi sokağa düşüncesiyle yapılan sokak eylemlerini, devleti içte ve dışta zor duruma sokan yürüyüş eylemlerini asla tasvip etmiyorum. Hele kamu ve milletin mallarına ve ulaşım haklarına tecavüzleri asla tasvip etmediğimi belirtmek istiyorum.  İzin verilen müsait yerlerde yürüyüş ve protestolarını yapmak yerine,  milletin ve kamunun huzurunu bozan, bunu yaparken de ortalığı yakıp yıkanlara hakkımı helal etmiyorum.
Feyzullah Kırca

5 Mayıs 2013 Pazar

TERÖRE KARŞIYMIŞ; HADİ YA!





Sosyal medyada kısa cümleler adlı bir kişiyle yazışma üzerine ortaya çıkan yazımızı sizlerle paylaşmaya çalıştım. Okumak isterseniz buyurun. 

Oyunları bozuluyor. Hak arama bahanesiyle sokağa çıkıp ellerine geçirdikleriyle sağı solu dağıtıp yakıp yıkanların, dağa çıkıp ihanet eden çapulcuların argümanlarını; işi bilenler birer birer ellerinden alıyor. Bazıları bunu anlayabilseydi çoktan terör biterdi zaten. Ama onların derdi terörü bitirmek değil daha çok azdırmak olduğu belli oluyor artık. 30- 35 yıldır. Onlarda biliyordu aslında şiddet her zaman sadece şiddeti artırırdı. Yıllarca terörle savaşı, olağan üstü halin devamını televizyon kanallarında savunup, medyada terörün kurucularını dağda denetlerken resimleri yayınlananları görünce bunu çok daha iyi anlıyor, bir fırkanın gözlüğünü takmadan bakabilen insanlar. 

Kısa cümleler: ‘Gerçekleri anlatın bu millete, aldatmayın artık, 1915 ten beri Ermeniler bu ülkede yüzlerce köyde Kürt kimliği ile yaşıyor. Özal’ın başımıza bela ettiği Yahudi peşmergelerin evlilik yoluyla nüfusu 5 milyonlara ulaştı. Hangi Kürtlere çözüm arıyorsunuz siz? Kürt alfabesi diye yutturulan 8 bin kelimelik alfabelerinde sadece 168 adet Kürtçe kelime var. Gerisi Türkçe, Farsça, Arapça ve diğer dillerden toplama kelimelerdir. Dört Kürt yan yana geldiğinde bile birbirini anlamıyor hangi ana dilden bahsediyorsunuz siz! Kürtçülükten beslenen sahtekâr siyasetçilerin, aşiret reislerinin, köy ağalarının elinde ezilen bir avuç Müslüman kürde hangi çözümünüz var? Çıkarın maskelerinizi kandırmayın bu milleti artık!..’

Evet, birileri için söz ve eylem bitti. Şimdi onların izleme zamanı, yıllarca halının altına süpürülüp biriktirilmiş kangren olmuş sorunları o birilerine rağmen çözmek ve asırlardan çağlayıp gelen milletimin önünü sözde milliyetçilere rağmen açma zamanı. Fikir özgürlüğü yok mu? Bu da bizim özgür fikrimiz.

Kısa cümleler: ‘Terörü bitirmek isteyen adam yanlış adreslerde çözüm aramaz. Bu ülkenin maşalarla görüşmesi netice vermez. Terörü başımıza bela eden adresler bellidir. Çözüm isteyen adam, ana adreste çözüm arar. Bu sadece aldatmadır. Başkanlık hevesine dayanak aramadır. Gerisi hikâye...’

Netice verip vermeyeceğini hep birlikte göreceğiz. Birileri çözmekte kararlı birileri de çözülürse diye kaygılı; izleyelim bakalım. Ülkenin birlik içinde şahlanışını izleyelim. Engel olmak isteyenlerin de icabına bakılıyor zaten... Terör olsun, teröre karşıyız diye sokağa çıkıp sağı solu dağıtanların takibi yapılıyor ve günü gelince yakalanıyor.

Ne yani birileri terörle bu şekilde mücadele edilmez, terörün hakkından bu şekilde gelinmez. Görev yaptığım köylerden birinde; 7 yaşın üzerindeki tüm Kürtleri keseceksin, ondan sonra da 7 yaşın altındakileri eğitip Kürtlüklerini vs. unutturacaksın ve herkesi tornadan çıkmış gibi tek tip millet yapacaksın diyen adam gibi Kürtlerin hepsi terör deyip hepsini öldürerek mi bu meseleyi çözeceğiz.

Şimdiye kadar yıllarca savaşarak birbirimizi kırdık. Bizi ülke vatandaşları olarak bizi birbirimize kırdırdılar. Bu oyunu bozmak için artık savaş değil, barış lazım. Anlaşma lazım. Hoşgörü lazım. Meselenin çeşitli yönlerini değerlendirip, her türlü tedbiri alarak, kandırılmış kardeşlerimizi bu işten vazgeçirmenin yollarını aramalıyız. Yapılanda bu görebildiğimiz kadarıyla.

Empati yapılarak; biz aynı durumda olsak ne düşünürüz? Neyi nasıl isteriz? Bulgaristan’da, Yunanistan’da, Bosna’da yaşayan Türk halklarına yapılanları tasvip etmeyip, biraz daha farklı bir durum gibi görünse de Almanya ve Fransa gibi ülkelerde çalışan Türklere yapılanları kabul etmeyip, burada kendi ülkemizde ‘ben farklıyım ama Türk olarak tanımlanmanın yerine Türkiye vatandaşı olarak tanımlanmak istiyorum’ demesini niye kabullenmeyelim. Halkımızın bazı kesimlerinden bazı hakları kısıtlayalım. Yıllarca Müslüman’ım ve inancımı yaşamak istiyorum diyenlere yapılan uygulamalar neyin nesiydi? Onlarda mı hain idi?

Ayşe, Fatma, Mehmet, Hasan, Hüseyin, İlyas, Abdullah, Hatice, vs gibi isimleri çocuğuna kayan anne babaların nüfusa kayıtları sırasında daha yeni doğan 3 günlük bebeklerin isimleri de hain oldukları için mi; Doğan, Gülten, Gülay, Türker, Koray, vs isimlerle değiştirildi bir zamanlar. Dün tek tipleştirme çalışması yapılırken haksız olarak; bugün ‘faklılıklarımız zenginliğimizdir’ diyerek çoklukta birliğe ve birlik olmaya yürüyoruz ülke olarak haklı olarak.

Rabbim engelleri aşarak, zorlukları başararak geleceğe emin adımlarla yürüyen milletimizin yolunun açılmasında yar yardımcımız olsun. Demokratik hakkımızı kullanıyoruz diyerek ellerindeki taşları sağa sola, askere polise, kafe ve dükkânlara atanların aklını başına devşirsin inşallah. Dün hain diye nitelendirdikleri PKK’nın ve yaşa dışı örgütlerin yaptıklarını bugün onlar yapıyor. Kamu ve millet malına zarar veriyorlar. Sokaktan geçen sivil vatandaşa, görevini yapan asker polise zarar veriyorlar. Bunu da analar ağlamasın diye yaptıklarını söylüyorlar. Şehit analarının gözyaşını dindirmek için yaptıklarını söylüyorlar. Hadi ya.

Demokratik hakkını kullanıyorsan; istemediğini söylemenin, yapılanlara karşı olduğunu söylemenin yolu şiddete başvurmak olmamalı, değildir. Pankart açarsın, halkın haklarını kısıtlamayacak şekilde izin verilen alanlarda yürüyüş yaparsın. Birileri dün devlet bizim isteklerimizi kabul etmiyor diye dağa çıkıyor, caddeleri ateşe veriyordu. Bugün bir başkaları onlarla uzlaşmaya çalışılıyor ve yöntemi bize göre doğru ve size göre yanlış olsa da barışın tesisini hedefleyen çalışmalar yapılıyor diye; bugün onların yaptığını yapmaya kalkıp askere, polise, bu yolda çaba harcayan insanlara darp uygulayarak, taş ve sopalarla ortalığı savaş yerine çeviriyorlar.

Fikirlere saygımız vardır. Ama herkes aynı şeyi düşünmek zorunda değil. Ancak kanunların öngördüğü şekilde çoğunluğun oluşturduğu yönetimlerin izlediği yolları beğenmesek de, haddimizi aşmadan eleştirsek de, saygı göstermek zorundayız. Halk olanları takip ediyor. Tasvip etmediği yollara başvuranları daha ilk seçimde yönetimden alacak güce sahiptir.

Döverek hizaya gelmeyen birçok hayvan bile severek hizaya gelmiştir. Sevgi ve gönül bağı kurularak istenen şey yaptırılabilmektedir. 30 yıl dövdük öldürdük bitiremedik, müsaade edin bakalım biraz da empati(duygudaşlık) yaparak sevelim ve barış elini uzatalım. Emin olun sevgi birçok meselenin çözümü olacaktır.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey 

24 Mart 2013 Pazar

ALLAH'A İTAAT ETMEK



İtaat emirlere uyma ve yasaklardan uzak durma anlamına gelmektedir. Büyüğe saygı, buyruklarına uyma, isteklerini yerine getirme, sözlerini dinleme anlamına gelmektedir. Kelime olarak boyun eğme, rızası istikametinde davranma anlamlarını taşır.

İtâatsizlik ise, serkeşlik ve muhalefet anlamina gelir. Önceleri karsi çiktigi kimseye, bilahare itaat edecegini bildirmeye de "arz-i itaat" denir. Bu manada, itaat edene muti', kendisine itaat olunana da mutâ' denilmektedir.

Gerek itaat, gerekse adem-i itaat(emri dinlememek), insanlarin fitratinda bulunan ve biribirine zit fakat ayni derecede lüzumlu olan özelliklerdir. Bu özellikleri sayesindedir ki insanlar, bir otoriteye baglanabiliyor, devlet kurabiliyor ve birlikte hareket edebiliyorlar.

Toplu halde yasayan insanlar, iliskilerini saglikli yürütebilmesi, huzur ve güven içinde yasayabilmeleri için, bir takim düzenlemelerin varligina baglidir. Söz konusu düzenlemeler olmadan, ne fertlerin ne de toplumlarin huzur ve güven içinde mutlu bir hayat sürmeleri kabil degildir. Ancak, mevcut otoriteye itâat edilmedigi sürece, ister yazili kanunlar seklinde olsun, ister yasayan örf ve âdetler tarzinda olsun, bu düzenlemelerin hiçbir yarari olmaz. O halde itâat mutlaka gereklidir.

Kime itaat etmek gerekir, ya da kimlere itaat edilmelidir, sorusuna gelince... Elbette itaata kim lâyiksa öncelikle ona itaat etmek, kime boyun egmek gerekiyorsa ona boyun egmek ve kimin emrini yerine getirmek gerekliyse onun emrini yerine getirmek icap eder.

Buna göre; kendisine itaat edilmesi gereken en büyük otorite, süphesiz ki, tüm alemlerin Rabbi olan Allah'tir. O'na itaat her itâattan önce gelir, O'nun buyrugu tüm buyruklardan üstündür. Kendisinden baskasina itaat, ancak O'nun izniyle ve müsaade ettigi ölçüde caizdir.

Kur'an-i Kerim'de söyle buyrulur: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ulû'lemre (buyruk sahiplerine) itaat ediniz. Eger bir hususta anlasmazliga düserseniz -Allah'a ve ahiret gününe inaniyorsaniz- onu Allah'a ve Rasule götürün. Bu, hem daha hayirli hem de neticede daha iyidir." (en-Nisâ, 4/59)

Baska bir ayet-i celilede, mirasla ilgili hükümler sayildiktan sonra: "Bunlar Allah'in sinirlaridir. Kim Allah'a ve O'nun Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden irmaklar akan cennetlere koyacaktir; orada devamli kalicidirlar. Iste büyük kurtulus budur." (en-Nisâ, 4/13) buyurulur. Allah kendisinin ve peygamberinin emrine ters düşmemek kaydıyla; ulül emre, anne-babaya da itaati emreder. Allahın emirlerini yapmasına engel olmayacaksa; yani emirlerini yapmamayı, yasaklarını çiğnemeyi emretmiyorlarsa anne-babaya itaat etmek de allahın emridir.

İnsanlar asker olur üstlerinin emirlerine uyarlar, işçi olur işverenin emirlerine uyar, evlat olur babalarının emirlerine uyar, memur olur amirlerinin emirlerine uyar. Kul olup bizleri yoktan var ederek, bize amirlerin ve diğer kendisine uyduğumuz üstlerin verdiğinin çok daha fazlasını veren yüce yaratıcıya uymakta zaaf gösteririz.

Bu konuda şöyle bir hikâye anlatılır:
Bir asker, namaz kılan diğer askere ‘Arkadaş kaçıncı asırda yaşıyoruz? Niçin kendini zahmete sokup her gün, günde 5 defa namaz kılıyorsun?’ diye sorar. Namaz kılan asker, tam o sırada uzaktan görünen teğmeni gösterir ve ‘Şu insan niçin yanından geçerken toplanıyor, selam veriyor ve bütün emirlerine itaat ediyorsun. ''yat'' derse yatıyor, 'kalk' dese kalkıyor, sürün derse sürünüyorsun? O da senin gibi iki ayağı, iki eli ve bir başı olan bir insan değil mi?' diye karşı bir soru sorar.

Diğer asker cevap verir: 'Evet! O da benim gibi bir insan; ama rütbesi var, omuzun da yıldızı var' diye cevap verir.

Namaz kılan askerin sözleri can alıcı noktaya temas etmeye yöneliktir. ‘Ey arkadaş! Sen omuzun da bir tane yıldızı var diye, senin gibi bir insana itaat ediyorsun da ben, yerdeki kumlar adedince yıldızları olan ve hepsini gökyüzünde tespih taneleri gibi kudret eliyle çeviren Allah’a niçin itaat etmeyeyim? Ben niçin namaz kılıp onun emrini yerine getirmeyeyim’ diye sözü bağlar. Diğer asker şaşkın şaşkın baka kalır.
Bir başka ayeti Kerimede; “Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah’a ve Resulü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tövbe Suresi,71)

Bu ayette Allah, tüm müminlerin birbirlerinin dostu ve yardımcısı olduğunu, kadın ve erkek tüm müminlerin iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmakla yükümlü olduklarını bildirmektedir. İman edenlerin en önemli ibadetlerinden biri tebliğdir, yani insanları doğru yola çağırmak, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak, onları Kuran ahlakına davet etmektir. Bu ibadet, müminlerin günlük hayatlarının ayrılmaz bir parçasıdır. Müminler, sözleriyle ve davranışlarıyla birbirlerine örnek olurlar. Birbirlerine hakkı tavsiye ederler.

"Yüzleri ateste evrilip çevrildigi gün; keske Allah'a itaat etseydik, peygambere de itaat etseydik, derler" (el-Ahzab, 33/66). Ayeti kerimede haber verilen ve keşke itaat etseydik ya da bir başka ayetteki azaba ve cezaya maruz kalacağımıza keşke toprak olsaydık diyeceğimiz gün gelmeden itaat edip, müslümanca yaşayan kullardan olmayı rabbim cümlemize nasip eylesin.


Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey