19 Şubat 2012 Pazar

NEFİS MUHASEBESİ

Yüce Allah insanı yeryüzünün halifesi olarak yaratmış ve bütün mahlûkatı onun hizmetine sunmuştur. İsteseydi melekler gibi bizleri de kendisini sürekli zikredecek, kendisine şükür edecek ve ona istediği şekilde ibadet edecek bir yapıda yaratmıştır. Bunun neticesinde insana sorumluluğunu akıl edip kendisine ibadet ve zikir edecek derecede serbest bırakarak kendisini ne kadar sevip, kulluğuna ne kadar layık olacağımızı görmek için; kendisindeki külli iradeye karşılık yarattığı insanlara cüz’i irade vermiştir. İsteseydi Japonların robotlara program yükleyip, istedikleri işleri yaptırdıkları gibi yaratan da insana dilediği ibadet ve ameli yaptırması, insanı istediği şekilde hareket ettirmesi ona çok kolay bir iş olacaktır. Tıpkı robotların program dışına çıkamadığı gibi insanlarda çıkamazdı.


Cüz’i irademizi biz insanoğluna verdi ki; yasaklardan ne kadar uzak duracağız, ne kadar onun arzu etti ve razı olduğu hayat tarzına uygun yaşayacağız görmek istedi. İlk insan ve ilk peygamber Hz Âdem aleyhisselam ile birlikte peygamberler gönderip bizleri yoluna davet ederek, bu hayatın bir imtihan olduğunu haber verdi. Nasıl ve ne şekilde yaşarsak razı olacağını haber verdi.

Bunun içindir ki; dinin büyükleri bu dünyanın Pazar yeri olduğunu ve burada nefis ile alış-verişte olduklarını anlamışlardır. Bu ticaretin kazancının cennet nimetinin de öncesinde yüce rabbimizin rızasının elde edilmesi, bu ticaretin ziyanının ise cehennem olduğu haberini vermişlerdir. Dahası bu alış-verişin karının iki cihanda ebedi saadet, zararının ise sonsuz felakettir demişlerdir. Bu bağlamda nefislerini ticaretteki ortak yerine tutarak onunla sözleşme yapmışlar ve sürekli nefislerini hesaba çekmişlerdir.

‘Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.’ (Haşr Suresi 59/18) ayeti kerimesinin gereği olarak ölmeden önce ölmüşler ve hesaba çekilmeden önce kendilerini hesaba çekmişler. Biz Müslümanların da aynı şekilde hareket ederek hem dünyamızı, hem de ahiretimizi kazanmamızı tavsiye etmişlerdir.

Hadis olarak rivayet edilse de; daha çok Hz Ömer (R.A.)’in bir hutbesinde “Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekiniz. Amelleriniz tartılmadan önce, kendi amellerinizi tartınız. Hesaba çekilmek üzere, kıyamet günündeki en büyük arz, huzura alınma için gerekli güzel hazırlıklarınızı yapınız. O gün huzura alınırsınız, öyle ki size ait hiçbir sır gizli kalmayacak, bütün sırlar meydana çıkacak.” (İbn-i Ebi Şeybe, Kitabu’l-Musannef, 7/96, No:34459) dediği rivayet olunur.

‘Kıyamet günü doğru teraziler kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız. Hesap gören olarak biz yeteriz.’ (Enbiya Suresi 21/47) diyerek herkesin dünyada kendi hesabını nasıl vereceğini düşünerek ona göre yaşaması ve hesap gününe hazırlıklı olsun istemiştir. Hesap gününe hazırlıklı olmanın gereğini, dünyanın sadece geçici bir gölgelik olduğunu hatırlatmışlardır. Peygamberimiz Hz Muhammed (s.a.v) de bir hadisi şeriflerinde: "Dünya ile benim ne alakam var. Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim." (Tirmizi, Zühd 44) burmuşlardır.

İmam Gazali ‘Kimya-ı Saadet’ adlı kitabında Peygamberimizin: ‘Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırır. Birincisinde, yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allah-ü teâlâya münacat eder, yalvarır. Üçüncüsünde, bir sanatta veya ticarette çalışıp, helâl para kazanır. Dördüncüsünde, istirahat eder ve mubah olan şeylerle kendini eğlendirip, haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez’ diye buyurduğunu ifade eder.

Yine Kimya-ı Saadet kitabında İmam-ı Gazali; nefsiyle ortak olan kişinin sıra ile şu işleri yapacağını haber veriyor. 1- Nefisle şirket kurmak, 2- Onu murakabe edip gözetmek, 3- Muhasebe ederek hesaplaşmak, 4- Mu’akabet (haddini bildirip cezalandırmak), 5- Mücâhede (onunla uğraşmak), 6- Muatebet (onu azarlamaktır).

1- Nefisle şirket kurmak;
Nefsiyle kurduğu bu ortaklıkta zarar etmemek için çalışır. Ortaklık kurduğu nefis ona şeytanın verdiği vesveselerle hep kötülüğü Allah’ın razı olmayacağı ve ortakların zarar edeceği yanlış şeyleri yaptırmak ister. Ben derim ki; bu ortaklardan biri de akıldır. Dünyada kazanılan dünyalık şeyler geçici ve emanet olarak rabbimizin bize verdiği geçimlik rızıklardır. Aklını kullanan bunlara kıymet vermez. Bu kısacık ömürde sermayesinin ömür olduğunu bilir. Kıymetli hazinesi olan ömrünü sonrasındaki hayat için kâr’a geçirmeye çalışır.

İmam-ı Gazali: ‘Aman nefsim, çok dikkat et de, bu büyük sermayeyi elden kaçırma! Sonra ağlamak, sızlamak, fayda vermez. Bugün, ecelin geldiğini, daha bir gün müsâ'ade etmeleri için, yalvardığını, sızladığını ve sana, bir gün bağışladıklarını ve şimdi, o günde bulunduğunu farz et! O hâlde, bu günü elden kaçırmaktan, bununla, saadete kavuşmamaktan daha büyük ziyan olur mu? Yarın ölecekmiş gibi, dilini, gözlerini ve yedi azanı haramdan koru! Cehennemin yedi kapısı var, demişlerdir. Bu kapılar senin yedi uzvundur. Bu uzuvları haramdan korumaz isen ve bugün ibadet yapmaz isen, seni cezalandırırım! Nefis asi, emirleri yapmak istemez ise de, nasihat dinler ve riyazet yapmak, istediklerini vermemek, ona tesir eder. İşte nefis muhasebesi böyle olur.’ diyerek nefisin nasıl dizginleneceğini, nasıl zarar ettirilmeyeceğini ifade eder.

Peygamberimizin “İnsanlardan çoğunun aldandığı (ve kıymetini takdir edemediği) iki nimet vardır: Vücut sıhhati, boş vakit". hadisi şerifi de bu gerçeği ifade eder. (Sahihi Buhari-Kitabü’r Rikak No:2162)

2- Murakabe edip gözetip altında tutmak;
Nefsi kontrol etmek, nefisten gafil olmamak, nefsin bizi yönlendirmek istediği ve bize zarar ettirecek olan işlerden uzak durmaktır. Nefisin kötü ve kötülüğe götüren isteklerin gafil olursak kendimizi şehvet duygularının istilasına uğrarız. Tembellik ve rehavet duygularının istilasına uğrarız. Bilmeliyiz ve nefsimize haddini bildirmeliyiz ki; rabbimiz her yaptığımızı bildiği gibi her düşündüğümüzü de bildiğini unutmamasını sağlamalıyız.

Bir Habeşli kişi peygamberimize gelerek; ‘Çok günah işledim. Tövbem kabul olur mu?’ diye sormuştu. Peygamberimiz ‘Evet, görüyor’ deyince; Habeşli bir ‘Ah!’ çekerek yıkılıp can vermişti. Peygamberimiz(s.a.v) bir hadisi şeriflerinde: ‘İhsan Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da şüphesiz O seni görmektedir’ (Buhari, iman, 37; Müslim, iman, 1) buyurmaktadır. O halde onun gördüğünü bilen ve buna inanan mümin onun beğenmediği bir şeyi yapabilir mi?

Züleyha; Hz Yusuf aleyhisselamı kendisiyle günah işlemeye çağırınca, bizi görmesin diye heykelin yüzünü örtmüştü. Hz Yusuf niçin heykelin yüzünü örttüğünü sorunca ‘bizi görmesin bundan utanıyorum’ tarzında cevap vermişti. Hz Yusuf ise: ‘Sen bir taş parçasından utanıyorsun da, ben yerleri ve yedi kat gökleri yaratan, Rabbimin görmesinden utanmaz mıyım?) buyurdu.

Bir kişi Cüneyd-i Bağdadiye gelerek; ‘sokakta kadınlara, kızlara bakmaktan kendimi alamıyorum. Bu günahtan kurtulmak için ne yapmalıyım’ dedi. Cüneyd-i Bağdadi: ‘Allah-ü tealanın seni, senin o kadını görmenden daha çok gördüğünü düşün!’ buyurdu.

Kuran-ı kerimde: ‘Mü'min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır.’ (Nur Suresi 24/30) ‘Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, ziynet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. Ziynetlerini, kocalarından yahut babalarından yahut kocalarının babalarından yahut oğullarından yahut üvey oğullarından yahut erkek kardeşlerinden yahut erkek kardeşlerinin oğullarından yahut kız kardeşlerinin oğullarından yahut Müslüman kadınlardan yahut sahip oldukları kölelerden yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri ziynetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey Mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!’ (Nur Suresi 24/31) buyurmaktır. Allah da her şeyi gördüğüne ve düşündüğümüzü dahi bildiğine göre nefsimizi gözetim altında tutup, Allah’ın razı olmadığı işlerden uzak tutmalıyız ki; zarar eden kullardan olmayalım.

Abdullah ibni Dinar diyor ki: ‘Ömer ile Mekke-i Mükerremeye gidiyorduk. Bir çoban sürüsünü dağdan indiriyordu. Halife; ‘Bu koyunlardan birini bana sat!’ buyurdu ki. Çoban: ‘Ben köleyim. Bunlar benim malım değil’ dedi. Ömer: ‘Efendin ne bilecek, kurt kaptı dersin!’ dediğinde; ‘O bilmezse, Allah-ü Teâlâ biliyor ya’ dedi çoban. Ömer, ağladı ve efendisini bulup, bu köleyi satın aldı ve azat etti ve ‘Bu sözün, seni bu dünyada azat ettiği gibi, öbür dünyada da azat eder’ buyurdu.

3- Muhasebe ederek nefisle hesaplaşmak;
Her günün sonunda, yatarken o gün yaptığımız işlerden dolayı nefsi hesaba çekmeliyiz. Sermayemiz olan farzları ne kadar yerine getirebildik. Yani asıl borcumuzu ne kadar ödeyebildik. Borcu ödedikten sonra da ne kadar sünnetleri ve nafile işleri yaparak kâra geçebildik.

Sadece borcu ödeyip kâra geçmekte yetmez. Günahlardan ne kadar uzak durabildik. İnsan hem farzları yapmayarak, hem de haramlara ve mekruhlara dalarak zarar eder. Uzunca bir yolculuğun, bir ağaç gölgesinde beş dakika dinlenmek gibi algılanabilecek dünya hayatında ziyan etmemek için nefse karşı hep uyanıl olmak gerekir. Çünkü nefis; çok hileci ve yalancıdır. Kendi isteklerini ve şeytanın vesveselerini, insana iyi ve faydalı gösterir. Mubahları bile yaparken çok ince eleyip sıkı dokumalı, zararlı ve faydasız şeylerden uzak durmalıdır.

İbni Samet: ‘21500 günlük ömrümde her gün, en az, bir günah yapmış isem, yirmi bir bin beş yüz günahtan nasıl kurtulurum? Hâl bu ki, öyle günlerim oldu ki, yüzlerce günah işlerdim’ diye düşünerek, bir feryat edip yıkıldı. Baktılar, ruhunu teslim etmişti.

İmam-ı Gazali: ‘Fakat insanlar, kendilerini hesaba çekmiyorlar. Eğer her günah işledikte, odasına bir kum koysa, bir kaç sene içinde oda kum ile dolar. Eğer, omuzlarımızdaki kâtip melekler, her günahı yazmak için, bir kuruş isteseydi, malımızın hepsini vermemiz lâzım gelirdi. Hâl bu ki, gaflet ile çeşitli düşünceler ile birkaç sübhânallah desek, tespihi alır, sayar, yüz kere söyledim deriz de, her gün boşuna, nice şeyler söyleriz, bunları saymayız. Saymış olsak, her gün, binleri aşar. Sonra da, terazide sevap kefesinin ağır basacağını umarız. Bu nasıl akıldır. İşte, Ömer, bunun için buyurdu ki: (Amelleriniz tartılmadan evvel, kendiniz tartınız!). Ömer her akşam, kamçı ile ayaklarına vurup, bugün niçin böyle yaptın? derdi’ demektedir.

Hz. Ömer; her akşam kendi ayaklarına kamçıyla vurarak; kendine “Ey Ömer bu gün Allah için ne yaptın” sorusunu sorarak nefis muhasebesini yapmıştır. Bir kabir çukuru açıp bazı akşamlar içine yatarak; ‘bak buraya geleceksin. Kendini buraya hazırla’ diyerek nefsini hesaba çekmiştir. Öyleyse bizler de kendi nefislerimizi hesaba çekelim. Allah için neler yaptığımıza bakalım. Onun razı olacağı işlere daha çok yönelelim. Hoşlanmadığı ve yasak işlerden uzak duralım.

4- Nefse ceza vermek, ceza uygulamak;
Nefis ile hesaplaştıktan ve kusurlarını gördükten sonra ceza verilmez ise nefis daha çok cesaret bulur. Daha çok şımarır. Kendisi ile başa çıkılamaz. Allah’ın yasak ettiği bir şey yemiş ise aç bırakmalıdır. Helal olan bir şeyi, haram olanı yediğin için yedirmiyorum sana ey nefsim denmelidir. Her azaya böyle cezalar verilerek nefsin kötü arzularına ancak gem vurulabilir.

Zamanın birinde padişahın kızı geceleyin sokağa çıkmıştı. Sokakta yağmura yakalandı. Bir eve sığınmak istedi. Kapısını çaldığı ev bir medrese öğrencisinin bekâr evi idi. Sabaha kadar diğer oda da kalıp sabah evine gidecekti. Kız çok güzeldi ve şeytan vesvese veriyordu nefsine, ‘hadi ne güzel kız. Yan oda da yatıyor’ diyordu. Genç bu işe her yönelmek istediğinde; parmağını yanmakta olan mumun alevine tutuyordu. Ve ‘ bak mumun ateşine bile dayanamıyorsun. Cehennem ateşine nasıl dayanacaksın’ diyerek nefsine ceza veriyordu. Yanan her parmağı sarılıyordu ki, bu şekilde bütün parmaklarını yanmışken sabah olmuştu. Ve kız saraya döndüğünde nerede kaldığını babasına anlatmıştı. Babası kendisine bir zarar vermeden kızını geceleyin misafir eden genci merak etmişti. Ziyaretine gelmişti ve parmaklarının niçin sarılı olduğunu sormuştu. O da olayı olduğu gibi anlatmıştı. Padişah nefsini bu şekilde cezalandıran gence kızını gelin eylemişti. Nefsine kötülüğe bu şekilde meyil eden genç gibi bizlerde ceza verme yöntemiyle haddini bildirmeliyiz.

5- Mücâhede etmek yani Onula uğraşmak;
Nefis kabahat yapınca ceza olarak daha çok ibadet etmeye yönelmek ve daha ibadet ederek onu cezalandırmaktır.

Abdullah ibni Ömer bir namazda cemaatle namazı kaçırdığı için o gece uyumazdı. O bir keresinde cemaatle namazı kaçırdığı için iki yüz bin dirhem gümüş kıymetindeki bir malı sadaka olarak vermişti. Bir akşam namazını hava karardığı için sadece iki yıldız görünecek kadar geciktirmişti de iki köle azat etti.

Şam’ın ilk İslam valisi Hazrec kabilesine mensup sahabe-i kiramdan Ebu-d Derda; üç şey için yaşamak isterim: ‘Uzun gecelerde namaz kılmak için, uzun gündüzlerde oruç tutmak için ve Salih kimselerin yanında oturmak için’ diyordu.

Tabiinin büyüklerinden ibni Mesut’un talebesi Alkame bin Kays nefsiyle çok Mücâhede edip, onu ibadetle cezalandırırdı. Ona: ‘Neden nefsine bu kadar ibadetle azap ediyorsun? Sana bu kadar sıkıntı verecek ibadet emir olunmadı dediklerinde ‘onu çok sevdiğim için, onu cehennem ateşinden korumak ve yarın niçin başımı dövüp daha çok ibadet yapmadım dememek için’ diye cevap verirdi.

Nefsine hâkim olamayıp onu ibadetle cezalandırmaya peygamberimizin hadislerinden bir öneri ise şöyledir. Alkame İbn Kays en-Nehaî şöyle demiştir: Abdullah İbn Mesûd (r.a.) ile birlikte yürüyordum. Bu sırada şöyle dedi: "Resûlullah (s.a.v), kendisi ile be­raber bulunduğumuz bir sırada: "Ey gençler topluluğu sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlilik gözü harama bakmaktan son derece önleyici iffeti de en iyi koruyucudur. Evlenme masrafına gücü yetmeyen kimse de oruç tutsun. Çünkü oruç. Kuvvetli bir şehvet kincidir." (İbni Mâce Nikâh–1)

6- Nefsi azarlamak (tektir etmek)
Nefis yaratılışta iyi işlerden kaçıcı, kötülüklere koşucudur ve hep tembellik etmek ve şehvetlerine kavuşmak ister. Allah bizlere nefislerimizi kötü huylarından vazgeçirmeyi, yanlış yoldan doğru yola çevirmeyi emir buyurdu.

Yüce rabbim kuran-ı kerimde: "İnsanların hesaba çekilmeleri yaklaştı. Hal bu ki onlar gaflet içinde yüz çevirmekteler." (Enbiya Suresi 21/1) ayeti kerimesini hatırlamalıyız. Ve nefsimize; "Ey Nefsim! Senin önünde cennet ve cehennem vardır. Yakında öleceğini ve bunlardan birisine gideceğini bilmiyor musun? Hesap günü gibi büyük bir güne adım adım yaklaşırken, başına gelecek tehlikelere hiç aldırmadan zevk ve sefa içinde kalmayı nasıl istiyorsun? Ölümün bir gün hiçbir elçi ve haber göndermeden sana ulaşacağını ve bitmez sandığın bu dünya hayatına son vereceğini bilmiyor musun? Sana her şeyden daha yakın olan ve asla kaçamayacağın ölüme neden hazırlık yapmıyorsun?" diye sormalıyız.

O nefis ki; bazen Allah’ın razı olacağı güzel işler yaptığı zaman aferin duygularımızla okşadığımız gibi, hoşlanmayacağı işlerde yol almak istediği zaman da kendine gel diyerek azarlayıcı duygular gönderip, o istikametten uzaklaşmasına zorlamalıyız. Çünkü nefis, öyle yaratılmıştır ki, kendine iyi gelen şeylere koşar ve buna istikamette rastlayacağı güçlüklere sabır eder. Ancak ebedi saadete kavuşturacak güzel hasletlere yönelecek olduğunda ‘çok zor, ne gerek var şimdi’ gibi bahanelere sığınmaya kalkar.

Onun için nefsini çok iyi bilmeliyiz. Dünya hayatının uzunca bir yolculukta beş dakikalık gölgelik olduğunu, bizi ebedi âleme geçirecek olan kısa mesafelik bir köprü olduğunu bilmeliyiz. Nefsin mertebelerini bilmeliyiz. En üstün derecedeki nefse sahip olmaya çalışmalıyız.

Buradan hareketle nefsin altı mertebesi vardır: 1-Nefs-i Emare, 2-Nefs-i Levvame, 3-Nefs-i Mülhime, 4- Nefs-i Mutmainne, 5-Nefs-i Râdiyye, 6- Nefs-i Mardiyye

Nefs-i Emmâre:
Sürekli kötülüğe şımarıklığa sevk eden nefistir. Kötü yola sevk ettikçe daha çok şımarır ve daha kötülük ister. On iki ana başlık altında sayabileceğimiz nefsi emarenin kötü huyları; Şirk, Küfür, Gaflet, Cehalet, Günahlara dalmak, Kibir, Hırs, Cimrilik, Şehvet, Gazap, Haset ve Kin huylarıdır.

Nefs-i Levvame:
Nefsi Emmare’deki on iki huyun ikisi olan şirk ve küfürden, ilim ve amel ile hakkın hidayetiyle kurtulabilen kişi bu mertebeye geçer. Nefsi Levvame derecesindeki nefis; diğer on kötü huyu hala üzerinde bulundurduğu için makbul bir nefis değildir. Bir an önce onlardan da kurtularak daha üst derecelere yükselmesi gerekir.

Nefs-i Mülhime:
Eğer Hakk’ın izni ile yakasını bu nefs-i Levvâmeden ve onun çirkin hallerinden kurtularak ilim, tevazu, sabır, tövbe, şükür, cömertlik, kanaat ve tahammül gibi sekiz büyük esasa sahip olan nefsin eriştiği noktadır. On iki kötü huydan kurtulup, bu sekiz güzel haslete sahip olan nefis nefs-i mülhimeye geçmeye muvaffak olur.

Nefs-i Mutmainne:
On iki kötü huydan kurtulmuş, oldukça mühim sekiz güzel haslette kendisinde mevcut ise de; amelleri kusurludur. İhlâssızlık ve samimiyetsizlik korkusu mevcut olduğundan, her ne kadar kemal mertebesine yaklaşmış olsa da bir üst mertebeye geçip nefsi radiyyeye ulaşmaya çalışması lazımdır.

Nefs-i Râdiyye:
Nefs-i Râdiyye sahibi ihlâslı, boş konuşmaz, zikirle meşgul, züht sahibi ve verâ denilen şüpheli şeylerden de son derece kaçıcı olur. Bu suretle de Cenâb-ı Hakk’ın sayısız ve çeşitli kerametlerine mazhar olur. Bu nefsin sahibine ehl-i kemal demek yaraşır. Cenâb-ı Hak cümlemize bu güzel huyları nasip eylesin. Âmin...

Nefs-i Mardiyye
Nefs-i Radiyye’den sonraki nefis mertebesine, nefs-i mardiyye derler ki; bu derecede, kul Allah’tan, Allah da kuldan razıdır. Bu mertebede olanlar Allah’tan gayriyi düşünmezler ve Allah’ın mahlûkuna lûtf ile muamele ederler. Gayeleri Allah Teâlâ’ya yakın olmaktır. Onun yarattığı bütün eşyalardaki hikmetleri düşünür ve onun taksimine daima razı olduklarından marifetullah kapısı da kendilerine açıktır.

Peygamberimiz (s.a.v.)lütf konusunda: ‘Bir kula dini hakkında Allah tarafından bir nasihat gelirse; bu nasihat, Allah tarafından kendisine gönderilmiş bir nimet ve lütuftur. Onu kabul eder ve gereğini yerine getirirse, ne güzel; kabul etmezse, günahının çoğalması ve Allah'ın gazabının çoğalması bakımından onun aleyhinde bir delil olur.’ (Mevâiz-ül-Hulefâ) buyurmaktadır.

Yüce rabbim bizleri nefsin yüksek mertebesi olan Râdiyye ve Mardiyye mertebelerine erişmek nasip eylesin. Zarar eden kullarından değil, kara geçen ve kendisinin razı olduğu kullarının zümresine ilhak eylesin. Amin!...

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

12 Şubat 2012 Pazar

PERVANENİN AŞKI


Her şey döner. Canlı cansız her varlık, yeryüzünde bir şekilde döner. Toprak toprağa döner. Yaprak yaprağa döner. Yeşeren ağaç yeşilden kurur yine pervane misali yeşile döner. Başak tohuma tohum katıp, yine tohuma döner. Tohumdan yeşerir, tohuma dönüş evresinden sonra yine tohumdan başağa döner. Kelebek evresini tamamlayıp, yeniden kelebeğe döner. Dünya üzerindeki her şey kendi etrafında döner, aşk ile aşkına döner.

Kendisinde tüm bu pervane olup sevdasına dönen, kendisini ısıtacak olan gündüzlerde güneşine, gecelerde ay ve yıldızlara, karanlık gecelerde muma ve mum ışığına dönen varlıkları üzerinde taşıyan dünya ve bütün bir kâinat kendisi de pervane olup döner. Hakka döner, hakikate döner.

Aşk varlığından haberdar oluş ve varlığının bir farkına varıştır. Gecenin karanlığında pervane kelebeğinin ateşin farkına varıp, onun etrafında döndükleri gibi yaratıcı, yol gösterici ve koruyucuya dönüştür.

Fuzuli’nin meşhur mısralarında:
“Aşk odu evvel düşer ma’şuka, ândan âşıka,
Şem’i gör kim, yanmadan yandırmadı pervâneyi”

Yani “Aşk ateşi önce sevilene düşer, ondan da âşıka sıçrar. Muma bak da gör. Önce kendisi yandı, sonra pervaneyi yaktı” diyor.

Aşk ateşin önce sevilene, sonrada sevene düşer. Sevilende bir ateş yanmalı ki; pervane o ateşi görüp, ona dönsün. Ateşin farkına varsın. Aşkının farkına varsın. Yaratılan cümle zerraatın yaratan güçten Kudret ve Tekvin ‘OL’ ilhamını aldıktan sonra var olduğunu kavrayıp, özüne döner. Şükür ve hamt etme gereği idrak ederek, yaratanına döner. Onun sevgisine ve kulluğuna layık olduğunu göstermeye çalışır. Yandıkça daha çok yanmak ister. Döndükçe daha çok dönmek ister.
Yunus Emre’nin:
“Severim ben seni candan içeri
Yolum vardır bu erkândan içeri.
Beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri” dizelerinde ve

Hallacı Mansur’un:
“Hac halk içindir, benim haccım sevgiliyedir Hakk’adır ”
“Onlar koyun kurban ederler, ben ise kendi öz kanımı... ” ,

Sözlerinde de belirttikleri gibi; tek hakikat haktır. Her şey onun içindir. Tek muhtaç olunan odur ve her şey ona döner gerçeğini kabul edip, onunla hem hal olma isteğini ortaya koymak içindir. İlimle, irfanla, arınmış, temiz bir kalp ile öze inmek, hakikate varmak, vahdet sırrına ermek; Hakk’ı kendi özünde, kendi özünü Hakk’ta görmek ve Hak ile Hak olmaktır.

Bu düşünce ve isteğini ifade eden Hallacı Mansur: ‘Ben hakkım’ anlamına gelen Arapça ‘Ene’l hak’ dediği için darağacında başını vermişti. Hal bu ki; sözüm ve özüm haktır. Ben yaratanı kendimden daha fazla seviyorum. Hak, hakikat ve doğru söz bendedir. Yani Hz Ali’nin deyişiyle: “koskoca bir evreni özünde taşıyan, büyük ve kutsal olan âlemin kendisi (Âlemi Kübra), kâinatın aslı ve cümle yaradılışın aynası olan insandadır; her-şey insanın özündedir, gönlündedir, hiç bir şey ondan ayrı değildir”

Hallacı Mansur ‘Ene’l hak’ dediği için asılırken ya da asıldıktan sonra ruhu göğe yükselirken şeytanla karşılaştığı ve aralarında şu konuşmanın geçtiği ve birbirlerine:

İblis: “Bir kez sen ‘Ene’ dedin, bir kez de ben ‘Ene’ dedim; sen: ‘Ene’l-Hak’ dedin, ben: ‘Ene Hayrun’ dedim. Bana lanet etti, sana rahmet etti; hikmeti nedir? ”

Hallacı Mansur(Hüseyin): “Sen ‘Ene’ derken kendini üstün gördün (benlik davası güttün). Bense ‘Ene’ derken, beni benlikten çıkarıp, benden uzak ettim. ‘Ben Hakk’ınım. Ben onun için varım. Ona layık dost olmak, onunla hem hal olmak içinim. Hal ve söylediğin bu iki durumun hakikati böyledir” dediği rivayet olunur.

Mevlana ve müritlerinin Mevlevi’ce sema dönüşü bu coşku içindir. Bu hazzı ve şevki duyup pervane kelebeğinin; aşkına dönüşünü temsilen, ulu dosta yakınlık hissetmek içindir. Bir el yere bakar ‘topraktan geldik ve toprağa dönülecektir’ der onu ifade eder. Diğer el göğe bakar, dosta el açar ve dostluk dilenir.

Suyun ortasına damlayan damla ile damlanın düştüğü yerden dışa doğru dairesel dalgalar olarak tüm suyu kapsayarak yayılır. Tıpkı ilahi kudretin kâinattaki yaratılmışı kuşattığı gibi tüm suyu kuşatır. Yani su; hareket veren asıl damlaya döner. İlk var olan, hep var olacak yaratıcıya döner. Onu tespih ve zikir eder.

Yani her varlığın bir dönüşü, dönüş şekli vardır. Bir zikri ve zikir şekli vardır. Her varlık kendince kâinatın varlığını tespih ve zikir eder. Ancak bunu her dili bilen, gizli-açık her dili duyan, açıktan söylenmiş ve söylenecek her sözü duyan biri vardır. Hamt etmek ona mahsustur. Dostluğunu umarak dönmek hep ona layık ve sırf ona mahsustur.

Pervane kelebeği; aşkını ispat edebilmek için ışığı gördüğü anda, onun etrafında dönmeye başlar. Bu dönmenin döndükçe daralan bir çemberi vardır. Ateşi aşkın cazibesinde, yandıkça daha çok yanmak istenir. Döndükçe daha yakından dönmek istenir.

Başta insan olmak üzere canlı cansız her varlık tıpkı pervane gibi, hakka dönüyor. Allah’ın varlığını idrak ettiği anda ilmen öğrenen insan da, yakin bilmek, onu kendine yakın bilmek için mum ateşinin etrafında dönen pervane böcekleri gibi Mevla’ya döner. Yaratana döner. Tek yaratıcı ulu Allah’a döner. Ona yakınlaştıkça, daha da yakınlaşmak ister. Yakınlaştıkça mumun etrafındaki dönüş çemberi daralır. Çember daralıp muma yani sevilene yaklaştıkça, pervanenin aşkı artıyor. Dönüş şevki ve coşkusu artıyor. Şevki ve coşkusu artıkça daha da yaklaşır.

Mumun ateşiyle teması sağlar pervane kelebeği sonunda. Kanadı yanar ilk önce. Derken yakar kavurur ve kavrulmuş bir başak tanesi gibi yere düşürür. Artık pervane yakından biliyordur muma kavuşmayı. Ama bu canını verdiği nokta ve andır. Gerçekte mumun bundan haberi yoktur. Olmasına da gerek yoktur. Çünkü bu aşkı ve sevdiğine kavuşmak uğruna can veren pervanenin aşkıdır.

Ama mumda yanar. Kendisini seven, uğruna can verircesine, ölüme giden pervane kelebeğinin aşkına ve acısına cevap verircesine yanar. Mumun aşkı da, acısı da kendincedir. Kendine has yanmaktadır. Mumla sarılmış can ipliğine bir ateş düşer mum yanmaya başlar. Yangını söndürmek için yandıkça gözyaşı döker. Gözyaşı döktükçe ateşine daha bir güç verir. Gözyaşı döktükçe maddi yokluğa ve maddi tükenişe yaklaşır. Ama bu arada ışık olup yol gösterir yolunu kaybedenlere. Karanlıktan kurtarır karanlıkta kalanları. Ve erir sevgili yolunda can özü tamamen ortaya dökülüp, sevgiliyle ruhlar âlemimde vuslat edip, hem hal olana kadar.

Hakkı zikir için aşkına dönen pervaneden, hakka vuslat için gözyaşı döken mumdan ibret almak gerekir. Pervane böceğinin muma olan aşkı gibi insan kâinatın efendisini sevmek gerekir. Onun peşinden koşmalı, ışığına koşmalı, onun aydınlattığı yolda koşmak gerekir.

Asıl yanıp tükenmenin, efendisine ve onun gösterdiği dosta yürüyerek asıl sevgiliye ulaşır. Aksi takdirde güneşten habersiz, gece karanlığında yaşayan yarasalar gibi karanlıkta kalınır. Bu da yetmezmiş gibi ışıkla, hakla, hakikatle mücadele etmek ise demir pençeli kocaman devle savaşmak gibidir. Şeytanın karanlık ve aldatıcı batağına battıkça batmaktır. Cehalettir. Kendini bilmezlik, özünü bilmezlik, kurtuluşa çağıran ve yol gösteren rahmet peygamberini bilmezliktir. Geldiği ve istese de istemese de döneceği ebedi âlemi, yokken onu bir damla sudan var eden, ilahi gücü bilmezliktir.

Yanmaktan korkup mumdan ve sımsıcak ısıtacak olan dost ateşinden uzaklaşmak, şeytanın karanlık ve tuzaklı yollarına düşmektir. Düşman olduğunu bildiğin birisini, bilebile dost edinmek akıllıca bir hareket olmayacaktır.

Onun için rabbim bize hidayet versin. Karanlığını ve yok oluşun peşine değil, dost ışına dönerek, onun yolunda, onun dost ateşiyle yanıp kavrulmak nasip eylesin. Ölümün bir yok oluş değil, yeniden ebediyete uyanış olduğu hakikatini özümüzde hissetmemizi nasip eylesin. Gönlümüzde onun aşkını hep var eylesin. Bizlerin tek ve ebedi dostumuz olan kendisinin sevgisine mazhar eylesin. Âmin!

Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey


3 Şubat 2012 Cuma

MEVLİT KANDİLİNİ KUTLUYORUZ


Mevlit kelime manası olarak doğum, doğum zamanı demektir. Mevlit Kandili dediğimiz de ise peygamberimiz Hz Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in doğduğu gecenin yıl dönümünü ifade etmiş oluruz. Peygamberimiz hicri olarak Rebiü’l-evvel ayının 12.gecesi sabaha karşı dünyaya gelmiştir. Bu doğum günü miladi takvime göre ise 20 Nisan 571 gününe rastlamaktadır.

Hicri takvimin her yıl miladi takvime göre 11 gün önce gelmesi münasebetiyle, hicri takvime göre Rebiü’l-evvel ayının 12.gecesi mevlit kandili, miladi takvime göre 20 Nisan’ın içince yer aldığı hafta ise ‘Kutlu Doğum Haftası’ olarak kutlanmaktadır.

İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen âlemlerin efendisi, insanların en mükemmeli, tüm insanlığın son peygamberi Hz Muhammed (s.a.v.)’in doğduğu gecenin yıl dönümü olan bu Rebiü’l-evvel ayının 12.gecesinde insanlık onun doğumunu en güzel şekilde idrak etmeliyiz. Özellikle biz Müslümanlar onun yaşadığı dönemin zorluklarını, o doğmadan önceki cehalet dönemindeki ahlaksızlıkları ve kötülükleri, hak hukuk bilmezlikleri hatırlayarak, o yüce peygamberin getirdiği esaslara daha sıkı sarılarak kurtuluşa doğru yol almaya çalışmalıyız.

Bu geceyi bir fırsat bilerek kendimize ve yaşantımıza çeki düzen verip daha bir yenilenmeliyiz. Allah’ın razı olacağı kul olmak ve mevlit kandilinde doğumu kutladığımız eşrefi mahlûku olan insanların da en şereflisi peygamberinin şefaatine nail olunacak amel ve icraatlarda bulunmalıyız. O'nun ahlâk ve fazilet dolu hayatını öğrenerek kendimize örnek almalıyız. Kuru kuru Allah’ı seviyorum, peygamberi seviyorum diyerek değil, Allah’a ve resulünü severken onlara itaat ederek onun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmış oluruz.

‘Kıyamet günü insanların bana en yakını bana en çok salâvat okuyanıdır’ (Tirmizî, “Vitir”, 21) diyen o yüce peygambere çok salât ve selam getirmeliyiz. Bilmeliyiz ki; O'nun doğduğu çağda dünyanın her tarafında cehalet, zulüm ve ahlâksızlık almış yürümüş, Allah inancı unutulmuş, insanlık korkunç ve karanlık bir duruma düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmişti.
Sevgili Peygamberimizin tebliğ ettiği İslâm dini ile dünya aydınlandı, tek Allah inancı ile kalpler nurlandı. Eşitlik, adalet ve kardeşlik geldi. O'na inanan toplumlar gerçek huzura kavuştu. O'nun doğduğu gece, insanlığın kurtuluşu için çok hayırlı ve mübarek bir başlangıçtır.

Yüce Allah Kuran-ı kerimde insanlığın halini "Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hal bu ki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i İmrân, 164) diyerek haber vermektedir.

On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler,
Kaç bin senedir hâlbuki bekleşmedelerdi!
Neden görecekler, göremezlerdi tabii;
Bir kere, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi,
Bir kerede, mamure-i dünya, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
….

Diye devam eden ‘Bir Gece’ şiirinde Mehmet Akif’te böyle tarif edip haber veriyordu o günkü insanlığın halini…

Öyle ki; yeryüzünde manevi bir çöküş var olmuş ve insanlığın yolunu kaybettiği karanlıklar içinde bir yaşam hâkim olmuştu. Neredeyse tüm canlılar ve güçsüz ve korumasız olan insanlar, kendisinden güçlü olan diğer insanların zulüm ve vahşetine maruz kalır olmuştu. Ruhlar ve kalpler kararmış ve katılaşmış, nice gözler zulüm ve eziyetler karşısındaki çaresizlikten ağlayıp gözyaşı döker olmuştu.

Daha önce gelen peygamberlerden Hz Musa ve Hz İsa aleyhisselamın yüce Allah’tan vahiy meleği Cebrail aracığıyla getirip tebliğ ettiği esaslara inanıp, bunlara uygun olarak yaşayanlar elbet vardı. Özellikle cahiliye Arap yarımadasında Varaka Bin Nevfel gibi Hz İbrahim aleyhisselamın tebliğ ettiği Hanif dinine inananlar da azınlıkta da olsa vardı. Ancak insanların çoğunluğu, birbirini yiyen canavarlar gibi vahşîleşmişti. Küfür, şirk, cehalet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zalimin zulüm kamçısı al­tında mazlum inim inim inler hale olmuştu.

İnsanlık bir yol göstericiye, kötülük ve cehalete dur diyecek öndere, bir kurtarıcıya muhtaçtı. Diri diri gömülen kızların, karın tokluğuna bile olmadan çalışan kölelerin, gücünün üzerinde yüklerle yüklendikten sonra aç ve susuz bırakılan hayvanların, yarabbi ben senin insanoğluna verdiğin bir nimetinken beni senin yerine koyup tapıyorlar acıkınca da beni yiyorlar diye feryat eden helvanın, ezilen ve hakir görülen mazlumların feryatlarını dindirmenin vakti gelmişti.

Aklı yok sayan, ruhları ve insanın Kâbe’si olan gönülleri kıskacı altına alıp olanca kuv­vetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya bir son verilmesi gerekiyordu. İnsanlığın ve diğer mahlûkatın bu buhranlı cehalet yaşamına daha fazla katlanmasına Allah’ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi. Hakikî sahibini arayan ruhların ortalığı çınlatan feryadını duyacaktı. Bütün bunlara son verecek bir zatı, şefkat ve merhametinin bir eseri ve tecellisi olarak elbette gönderecekti.

Dünyanın yaşamsal ve ahlaki çöküşünü, beraberinde getirip yaşayarak tebliğ edecek olan, getirdiği o ilahi nurla hayatı yaşanır hale getirecek olan, Hz İsa’nın ilahi nizamı İncil’de geleceğini müjdelediği, yüce Allah’ın ‘âlemlere rahmet olarak gönderdim’ hitabına mazhar olan son peygamberi dünyaya geliyordu. Cinlerin ve insanların kurtarıcısı, âlemlerin efendisi geliyordu.

Onu bekliyordu sanki elli beş yıl önce Ebrehe’nin filleri de, Kâbe’yi yıkmak için sürüldüklerinde her türlü acı ve işkenceye rağmen o tarafa doğru yürümemekte ısrar ediyorlardı. Doğduğu gece Kâbe’deki 360 adet put dünyaya teşrifinden haberdar olup utanırcasına konuldukları yerden yere düşüyorlardı. Bir nur meydana çıkıp onun doğduğunu haber verircesine Şam’ın saraylarını aydınlatıyordu. Onu değmek ve onu okşamak istercesine yıldızlar yere yaklaşıyordu. Ve hatta bunu gören insanlardan bazıları yıldızları elimle tutacak kadar yakından gördüğünü söylüyorlardı. Mecusilerin bin yıldır yanmakta olan ateşleri kendisine tapıldığını gizlemek istercesine sönüyordu. Allah’a ortak koşan müşriklerin kutsal saydığı Save gölü ‘niye müşriklere hizmet ediyorsun’ demesinden çekinir gibi bir anda kuruyordu. Öbür tarafta ise yıllardır kuru olan Semave gölü onun doğumuna sevincinden suyla doluyordu.

Bir diğer olay ise; İran’daki Kisra Sarayının 14 sütunu yıkılıp saray odaları yerle bir oluyordu. Bu sütunların yıkılmasının; ayın 14 evreden sonra yeniden dolunay halini alıp bütünlenmesine benzeten Mevlana “Elinden çıkanlara üzülme. Unutma ki ay da paramparça ola ola dolunaya erişir de nurlar yansıtır. Bil ki parçalandıkça nurlanmaktasın! ” demiştir.
Yine göğüs kafesimizdeki sağlı sollu uzanan iman tahtası tabir edilen 7 +7=14 kaburgalar ile korunan can evimiz vardır. Kalp ameliyatının bu 14 kemiği tutan birleşme noktası yukardan aşağı kesilerek yapıldığını da hesap edersek, 14 bağ kopunca insanın iman merkezi kalbe inilmesi gibi 14 sütunun yıkılması ile de insanlığın iman merkezinin önünün açıldığını sembolize ettiği söylenebilir. Okuduğum bir kaynak kitapta, 14 sütunun yıkılması İran ülkesinin topraklarının İslam’a katılmasıyla, İslam’ın dünya hâkimiyetine yol bulacağına işaret olduğundan bahsediyordu.

Peki, göğüs kafesindeki 14 sütun gerçekte neyi işaret ediyordur acaba diye düşünelim. Ben biraz düşündüm; nefsin 7 mertebesi geldi aklıma. Bunlar: 1-Nefs-i Emmâre 2-Nefs-i Levvâme 3-Nefs-i Mülhime 4-Nefs-i Mutmaine 5-Nefs-i Râdiyye 6-Nefs-i Mardıyye 7-Nefs-i Kamile’dir.
Her bir kemiğin açılmasıyla kalbe daha çok yaklaşılarak nefs-i Kamile derecesine ulaşılabileceği var sayılabilir. Ama bundan ziyade; şeytanın 14 vehmini içinde barındıran Nefs-i Emmâre’nin bölümlerini söylemek daha gerçekçi olacaktır. Bunlar ise; Haset, kibir, öfke, riya, şehvet, hırs, para, makam, şöhret, intikam, bencillik, kıskançlık, cimrilik, ibadetine güvenme gibi kötü huylardır.
14 sütunun yıkılması, o gece doğan Muhammed’in getireceği dinle yıkılacağına işaret olarak görülür. Şeytan ve onun kölesi Nefs-i Emmare onları ayakta tutmak istese de, gerçek müminler tarafından artık onların yüzlerine bile bakılmayacaktır.
İran Kisra sarayının 14 sütunun doğum gecesi yıkılması denince; Allah’ın Zati ve Subuti sıfatlarının toplamının da 14 olduğunu anımsamak gerekir diyorum.

Tarih Hicri 12 Rebiü’l-evvel (Miladi 20 Nisan 571) gecesi mütevazı bir evde, günlerden pazartesi günü, vakitlerin sultanı seher vaktinde efendimiz dünyaya gözlerini açtı. Kâinat, sevinç ve heyecan için­de adeta, Süleyman Çelebi’nin 15.asırda yazacağı mısraları bilircesine “Doğdu ol saatte Sultan-ı Din Nura gark oldu semâvât-ü zemin” di­ye haykırdı. Karanlıklar aydınlanıp, anında nurla yırtılıp dağılıverdi.

Aynı gece Hz. Âmine'nin yanında bulunan Osman ibn As’ın annesi gördüklerini anlatırken: "O gece evin içi nurla doldu, yıldızların sanki üzerimize dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördük." demektedir.

Tarihin seyrini, hayatın güzel ahlak ve kâmil mümin olan insanlar tarafına akışını sağlayacak olan bu doğum olayı, dünyadaki değişimlerin en büyüğüne işaret etmekteydi.

İnsanlığın ihtiyaç duyduğu artık dünyaya gelmişti. Akıllardaki tutulmayı, vicdanların körelmesini çözecek ve kalplerdeki düğümlenmeyi "Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?" sorularının cevabını vererek, insanların akıl ve vicdanlarındaki bu düğümlenmeleri çözerek, kâinatın sahibini ilân ve ispat edecek olan eşsiz insan, eşsiz peygamber dünyaya gelmişti. Onun gelişiyle; sadece insanların ruh ve kalbinde değil, diğer tüm canlı varlıkların ve hatta cansız eşya ve varlıklarda bile yansımasını bulacaktı. Buldu.
İşte bu geceye Veladet-i Nebi gecesi ve Mevlit kandili diyoruz. Onun doğduğu gecenin her yıl dönümünde onun doğuşunu bütün kalbimizle, ruhumuzla kutluyoruz. Getirdiği İslam nuruna daha bir sıkı sarılmak gerektiğini anımsayıp, saadet yoluna, huzur ve mutluluk caddesine doğru yolumuzu yeniliyoruz. Mevlit kandilini vesile bilerek onun getirdiği esaslara iman ederken yaptığımız sözümüzü hatırlayarak biatimizi ve ona bağlılığımızı tazeliyoruz.

Unutmayalım...

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin doğumunu kutlayıp anarken, yalnız mevlit okumak, ilahiler söylemek, salavat getirmek ve kandil simidi, şeker, lokum veya bisküvi türü şeyler dağıtmak yeterli değildir, Sadece bu geceyi yaşamak yeterli değildir. Yüce Allah'ın hoşnutluğuna, sevgisine ve bağışlamasına nail olmanın yegâne yolu, İslam dinini en güzel şekilde yaşamaktır. Peygamberimizin yaşadığı gibi yaşayıp, onun ibadet ettiği gibi ibadet edip, onun örnek yolundan gitmektir...

Yüce Rabbim bizleri onun ümmeti olma şerefine nail eylediği gibi, bu şerefle daim kılsın ve iki cihanda mutluluk ve saadet hedefine ulaştırsın. Sevgili Resulünün şefaatine nail eylesin. Ona komşu olarak cennetine girmeyi nasip eylesin. Hepsinden önemlisi de; kendisinin razı olduğu kullarının zümresine ilhak eylesin.

Yazımıza son verirken tüm islam aleminin mevlit kandilini en içten dileklerimle kutlarım. Hayırlara vesile olmasını yüce allah'tan niyaz ederim.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey
03–02–2012 Cuma