22 Aralık 2011 Perşembe

ŞEYTANIN ÇOCUKLARI


Bilindiği üzere şeytanın diğer ismi iblistir. Âdem’e secde et denmezden önce o da diğer melekler gibi Allahın emirlerini yerine getiren ve ona sadakatle olarak ibadet eden bir melek iken; Yüce rabbimizin ilk insan Âdem Aleyhisselama topraktan şekil verip ruh üflemişti. Meleklere ‘yeryüzüne halife yarattım, ona secde edin’ dediğinde diğerleri secde ettiği halde iblis ‘ben ateşten yaratıldım. O ise topraktan. Ateş topraktan daha üstün’ diyerek secde etmedi. Emre karşı geldiği için lanetlendi. Ancak cezası ertelendi ve kendisinin secde etmediği için lanetlenmesine sebep olduğunu düşündüğü Âdem aleyhisselamı ve neslini yoldan çıkarıp çıkaramayacağını görmek için kıyamete kadar süre verildi. İlk olarak Âdem Aleyhisselam ile kürek kemiğinden yaratılan eşi Havva validemize yasaklı meyveden yedirerek cennetten çıkarılmasına sebep olarak bu mücadele başlamıştır. Birinci surun üflenmesine kadar da devam edecektir. Evet, birinci sura kadar mühlet verilen İblis’e yani Şeytan’a nesil verildi.

Şeytan melekti sonradan lanetlendi, melekler evlenmez. Nesli ve çocukları da olmaz değil mi diye aklımıza gelecektir. Lakin cinlerin farklı olduğunu ve insanlar gibi evlilik yoluyla üredikleri aşikârdır. Bunu ifade ettikten sonra, Kehf Suresi 50. Ayetten İblis’in cin taifesinden olduğunu ve çocuklarının da olabileceğini anlıyoruz.

“Hani biz meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!”

Ayeti kerimeyi bu şekilde ifade ettikten sonra artık şeytanın çocuklarından bahsedebiliriz. İblis’in birçok çocukları vardır. Bu çocukların ise her birinin isimleri ve görevleri vardır. Bunu İmam Gazali, Tefcirut-Tesnim c.1 s.19 daki Bidayet-ül Hidaye Şerhinde haber veriyor. İsimlerini sayıp birer ikişer cümle ile açıklıyor.

Şimdi şeytanın bu çocuklarından ve görevlerinden bahsedelim. Bunlar;1-Hanzeb, 2-Velhan, 3- Zellenbur, 4-Vesnan, 5- Betr, 6- Dasim, 7- Metun veya Mesut, 8-El Ebyaz

1-HANZEB
‘Namazda vesvese verir. Namazda böyle bir şey hissedince Allah’a sığın.’

Vesvese şeytanın çocuklarından biri olan Hanzeb tarafından insan kalbini hedef alan bir şeytan işidir, şeytandan kaynaklanan bir musibettir. Şeytanın kalbi kurcalaması, karıştırmasıdır. Şeytanın tek hedefi insanın kalbidir. Tek emeli, kalbi bozmak, onu işe yaramaz hale getirmektir.

Evet, kalp imanın merkezi, zikrin merkezi, hidayetin merkezi, sükûn ve huzurun merkezi ve bütün duygularımızın merkezidir. Şeytan ise mümindeki bütün bu güzelliklerin düşmanıdır. Mü'mini bunlardan mahrum kılmak için elinden gelen düzenbazlıkları, hileleri ve oyunları yapar. Bunun için bütün mesele kalbi şeytanın hilelerinden uzak tutmaktır. Yoksa kalp bir kere bozuldu mu, bütün beden ve duygular bozulur. Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, "Dikkat ediniz! Bedende bir et parçası vardır; o düzeldiğinde bütün beden düzelir, o bozulduğunda da bütün beden bozulur."

Vesvese ilk defa şüphe şeklinde gelir. Şeytan önce şüpheyi kalbe atar. Ancak kalp hemen tepki gösterir, savunmaya geçer. Fakat savunmayı bırakır, kabul ederse, şeytan birinci atışta hedefe isabet ettirmiş demektir. Fakat kalp kabul etmezse, orada bir iz bırakır, sonunda bir pus, bir leke oluşturur. Bir süre sonra hayal aynasına bazı pis düşünceler yansır, edebe aykırı bazı çirkin görüntüler oluşur. Zaten bu görüntü ve leke kalbin hırçınlaşıp feryat etmesine, sıkılıp daralmasına kâfi gelmiştir. Sonunda "Eyvah!" diyerek ilk hastalık mikrobunu kapmış olur ve ümitsizliğe düşüverir.

2-VELHAN
‘Temizlikte çok su kullandırarak vesvese verir. Çok su kullandırır, Sonra da gülüp alay eder.’

Yüce Allah Kuran-ı Kerimde "Ey Âdemoğulları, her mescit yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez." (A'raf Suresi, 31) ve "...İsraf ederek saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür." (İsra Suresi, 26-27) Şeytanı en büyük düşman edinen müminlerin bu ayet gereği, israf konusunda özel bir titizlik göstermeleri gerekir. Şeytanın ve çocuğu Velhan’ın yüzünü güldürmemek gerekir.

Mümin sahip olduğu her şeyle ahirete yönelir. Sahip olduğu her mal daha çok ecir kazanması için bir fırsattır. Bu fırsatı gereği gibi değerlendirmemek, ahiret yerine dünya hayatına razı olmak demektir. Allah müminleri meşru ve helal nimetlerden faydalanmaya teşvik ederken, israf etmemeleri gerektiğini ayeti kerimelerle uyarmıştır. Peygamberimiz S.A.V. ise “Nehir kenarında bile abdest alıyor olsanız, suyu israf etmeyiniz.” buyurmuştur. Şeytanı kendimize güldürerek başarısının kutlarcasına alay ettirmeyelim.

3-ZELLENBUR
‘Bu da çarşılarda esnafa bozuk mal satmayı, yalan yemini, malını methetmeyi, malın kusurunu gizlemeyi ve insanları aldatmayı güzel gösterir.’

Hırsızlık, gasp, aldatarak, yalan söyleyerek mal satmak, sahte para vermek, başkasının malına zarar vermek, yalancı şahitlik, rüşvet almak gibi haklar için sahibi ile helalleşmek gerekir. Dünyada helalleşilmez ise ahirette sevapları ona verilerek helalleştirilecektir. Mal sahibi ölmüş ise, vârisine ödenir. Vârisi yoksa veya mal sahibi bilinmiyorsa, salih bir fakire hediye olarak verilip, sevabı sahibine gönderilir. Salih fakir yoksa İslamiyet'e hizmet eden hayır kurumlarına, vakıflara verilir. Kendi salih akrabasına, fakir olan ana babalarına, çocuklarına hediye olarak vermesi de, caiz olur. Bunları yapmak imkânını bulamazsa, mal sahibinin ve kendisinin af olunmaları için dua eder. Kâfirin hakkı için de, onunla helalleşmek gerekir. Gönlü alınmazsa, ahirette af olunması, çok güç olur.

Yüce rabbim kul hakkı konusunda kullarını özellikle uyarmıştır. Bir mümin için kul hakkıyla ahiret âleminde rabbimizin huzuruna dönmek ne altından kalkılamaz bir yüktür. Peygamberimiz bizleri kul hakkı konusunda şöyle uyarıyor; "Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır."(Müslim)

İşte bunu bilen Zellenbur şeytanı, Rabbimizin ‘kul hakkını helal etmediği takdirde ben bir şey yapamam, her hak sahibi hakkını alacak’ dediği için mümini kaybettirmek ve iflas ettirmek için buradan saldırmaktadır. Onun için mümin uyanık olmalı ve haksız yoldan çok para ve mal kazanmayı değil, helal yoldan ve temiz olanlarından kazanmayı istemeliyiz. Şeytanı sevindirmemeli ve güldürmemeliyiz.

4-VESNAN
‘Uyku şeytanıdır. Namaz ve diğer ibadetler için kafayı ve göz kapaklarını bastırır, zina ve hırsızlık gibi haramlar için insanı uyarır.’

Sabah namazına kalmak istediğimizde uyku tatlı gelir. Ezanı duyup uyandığımız halde gözlerimizi açamayız. Sanki biri üzerimizden kalma diye bastırır. Biraz daha uyuyayım derken zaman çabucak geçer de güneş doğup gelir. Kulu bırakıp da kul namaz için kalktığında zaten abdest alıp namaz kılacak vakit kalmamış olur. Sabah namazının vakti ne zaman doldu diye hayıflanırız. Lakin şeytanın gözünü kör edeyim deyip, besmele çekerek sabah namazı için kalktığımızda onun biraz geri çekilir gibi olduğunu hissederiz. Lakin yine de ister sabah namazında olsun, ister diğer vakitlerde olsun, peşimizi yine de bırakmaz. Neler yaparmış kendi dilinden okuyalım ve dinleyelim bakalım.

Vesnan şeytanı kulları namazdan uzaklaştırmak için şunları söyler;
"Kul namaz kılmak isteyince, ona vesvese veririm. Henüz vakit var, isini bitir, sonra kılarsın derim. Namazını geciktiremezsem, insan şeytanlarından birini yollarım ve namazını geciktiririm. Onu da yapamazsam, o kula namazda musallat olurum. Sağa bak, sola bak derim, bakınca da yüzünü okşar, alnından öperim. Sonra da; namazın bozuldu diye vesvese verir namazdan çıkarırım.
Sağa sola baktıramazsam, yalnız başına namaz kıldığında yanına giderim. Çabuk kılmasını emrederim. Horozun yem yediği gibi çabukça kıldırırım. Bunu da yaptıramazsam, cemaatle namaz kılarken, basına bir gem takarım ve başını imamdan önce secde ve rukûya götürürüm ve namazını bozarım. Allah ise böylelerini kıyamette eşek veya domuz başlı olarak haşreder. Bunu da yaptıramazsam, namazda parmaklarını çıtırdatmasını emrederim. Böylece beni tespih eder

Miskinlere, zavallılara giderim, namazı bırakmalarını emrederim. Namaz size göre değil, siz rızkınıza bakin, isinizde calisin derim. Sonra ihtiyarlayınca kılarsınız derim.

Hastalara giderim, hastaya zorluk yoktur, iyi olunca kılarsın derim. Hatta hastayı isyan ettirir, küfre bile sokarım."

Birde diğer uyku vardır ki; gaflet uykusudur. Normal uyku halinde olmadığımız halde, hak ve hakikatlerden bihaber olarak yaşarız. Ömür boş ve zararlı şeyler peşinde koşarken geçer. Şeytanın verdiği gaflet uykusu halinde olduğumuz için farkında olmayız. Sürekli ‘daha vakit var. Oğlunu evlendir, emekli ol, gençliğini yaşa. Dünyaya yaşamaya geldin’ gibi avuntularla avutur. Hiç beklemediğin bir anda ecel gelir ve ahret hayatını kaybetmiş bir şekilde ölür gidersin.

Rabbim biz kulları gerçek uyku sebebiyle sabah namazından, gaflet uykusu sebebiyle Allahın emirlerine uyarak ve yasaklarından uzak durarak Vesnan şeytanını yenen kullarından eylesin.

5-BETR
‘Musibet şeytanıdır. Bağırıp çağırma, yüze tokat vurma gibi cahiliye adetlerini güzel gösterir.’
İnanları sinirlendirir. Küçük menfaatleri ileri sürerek insanlar arasında küslük, haset, kin, husumet gibi duyguları kışkırtarak kavga ve şiddeti ayakta tutmayı ister. İnsanlar ve ülkeler arasındaki çatışma ve savaşları güzel gösterir. Dövmeyi, sövmeyi, öldürmeyi, haksız yere mal gasp etmeyi güzel gösterir.
6-DASİM
‘Yemek şeytanıdır. İnsan besmele çekmediğinde, onunla yemek yer, eve girer, yatakta uyur, besmele ile dürülmemişse elbiseleri giyer, karı koca arasında düşmanlık meydana getirmeye çalışır.’

Bir insan evinde, aile arası sebepsiz olarak bir huzursuzluk, bir gerilim hissederse "Dasim Dasim Dasim Euzu billahi minke" derse, derhal musibet zail olur. Dasim, ev halkına huzursuzluk vermek için uğraşan şeytanın ismidir.

Cinni şeytanlardan korunmak için Urve bin Zubeyr(r.a)'ın duasının sabah akşam üç defa okunması tavsiye edilir; ‘Amentü billahil azim ve kefertü bil cibti vettâguti vestemsektü bil urvetil vuska lenfisâme leha. Vallahu semiün aliym.’

Şeytanın en sevdiği ve en önem verdiği şey karı koca arasını açıp aile düzenini bozmaktır.
Fitnesi en büyük olan kişi, şeytana daha yakın olur. Eşler arasında ayrılma sebebi günümüzde maddi imkânsızlıklara dayandırılsa da bunun altında şeytanın vesvesesi vardır. Fakat her geçimsizlik, büyü ve sihirle olmayacağı gibi mutlaka şeytanın fitnesi ve vesvesesiyle meydana gelir. O eşler arasında çirkinlik ve nefret hislerini meydana getirir.
O yüzden eşler sevgi ve saygıda birbirlerine karşı kusur etmemeli, itaatkâr olmalı, ilgi ve alakayı kesmemelidir. Aralarında çıkan sorunları konuşarak çözmeli, neden nasıl sorularını yöneltmeli ve çözümü birlikte aramalılardır. Başkasının ve başkalarının dedikoduları ve sözleriyle hareket etmek yerine, karşılıklı güvene dayalı bir aile kurup, işin aslını bilerek, öğrenerek davranılmalıdır. Çünkü eşler arasında ayrılıkların bir kısmı da dedikodu ve filanca şunu dedi, şöyle söyledi tartışmalarıdır. Dedi kodu ve iftira da şeytanın silahlarındandır. Öfke ve sonucunda gelen şiddet de; şeytanın insanlar üzerinde uyguladığı silahlardan biridir.
7-METUN
‘Metun veya Mesût adlı bu şeytan insanlar arasında yalan haberleri yayar, sonra onların aslı çıkmaz.’ Atalarımızın ‘kuyu bir kişi bir taş atar, sonra kırk kişi geri çıkaramaz’ sözünde ve bir kişi bir yalan haber söyler, bir saat sonra bu haber kendine söylendiğinde kendi de inanır’ sözlerinde ifade edildiği gibi bir hal alır. Sonra sonuçları bakımından tamiri ve telafisi imkânsız olur.

Onun için peygamberimiz; ‘Kişiye her duyduğunu konuşması yalan olarak yeter.’ Ya da ‘kişiye her duyduğunu söylemesi kişiye günah olarak yeter’ buyurmuştur.

Benim hayattaki felsefem ise şudur; duyduğunun hiç birine, gördüğünün yarısına inanmayacaksın. Ta ki doğruluğundan emin oluncaya kadar.
8-EL EBYAZ
‘Peygamberlere ve velilere musallat olan şeytandır. Peygamberlere bir zararı dokunamaz, veliler ise onunla mücadele ederler. Allah’ın korudukları selâmettedir, korumadıkları ise sapıtırlar.’

Peygamberler de bulunması vacip olan özelliklerinden birisi ismettir. İsmet; peygamberlerin günahsız olmaları anlamına gelmektedir. Hata yapacak olduklarında uyarılmışlardır. Mesela peygamberimiz eşi Aişe ile ilgili iftira girişiminde bulunulduğunda, ayetle uyarılmıştır. Hz İbrahim oğlunu kurban edeceği zaman hem oğluna, hem eşi Hatice’ye ve hem de kendisine musallat olmuştur. Ama her hangi bir zararı dokunamamıştır.

Yine Eyüp peygambere de musallat olmuş, elindeki tüm dünya varlığının ve neslinin alınmasına sebep olmuş. Sadece sağlam olarak dili kalıncaya kadar sağlığının elinden alınmasına sebep olmuş. Eşinin, Eyüp peygamberin sağlığını korumak düşüncesiyle pazarlığa oturmasını başarsa da, Eyüp peygamberin bunu tahmin etmesi sonucu bunda da başarılı olamamıştır.
Resûlüllah Efendimiz ashâbıyla otururken üç kere “Allah lânet etsin” buyurduktan sonra “Allah düşmanı İblis kuyruğunu arkasına sokup yedi yumurta çıkardı. Bu yumurtalar onun insanlara musallat edeceği çocuklardır.

1. Adı Mehdes olan, âlimleri saptırmaya vazifeli.
2. Adı Hâdis, Allah’ı unutturmak, namazda etrafa baktırmak, esnetmek ve gaflet vermekle vazifeli...
3. Adı Zelniyûn. Sokak ve pazardakileri ifsat eder; yanlış tartmak ve yalan söyletmek gibi kötülükleri yaptırır.
4. Adı Beter: musibete uğrayanlara Allahü Teâlâ’ya isyanla ah vah gibi şikâyetlerde bulunmayı hoş gösterir, sevaptan mahrum eder.
5.Adı Menşut’tur. Yalan söyleyen, söz taşıyan, fitne çıkaranları teşvik eder.
6. Adı Vâsim’dir. Erkek ve kadınların şehvetini kabartıp, zinaya sebep olmakla vazifelidir.
7.Adı Eur’dir. Hırsızlık edenlere ümit verir. Sonra tövbe edersin der.” (Günyetü’t-Tâlibîn s.149)
Başka rivayette;

‘Şeytanın beş evlâdı var:
1. Sebuv: Musibetler karşısında feryadı u figan etmeye elbise ve yüz yırtmağa teşvik eder.
2. Aver: Zinayı hoş gösterir.
3. Mesbut: yalancılığa teşvik eder.
4. Dâsım: Evlere girer, kusurları gösterir, aile reisini kızdırır, ev halkını huzursuz eder.
5. Zelenbur: Çarşı ve pazarlarda esnafı hallerinden şikâyet ettirir.’ denilmiş.

Evet, sevgili kardeşlerim şeytan çocuklarının isimlerini bilmek ve görevleri nelerdir bilmek elbette güzeldir. Ancak daha önemlisi şeytan apaçık Müslüman’ın düşmanıdır. Onun tuzaklarına düşmeden Allah’a yaraşır şekilde ve kulluğuna layık olarak yaşayarak; şeytanı ve bilumum çocuklarını ve insandan evlatlarını mağlup edebilmek çok daha güzeldir.

Rabbim cümlemizi muvaffak eylesin. Âmin!

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

3 Aralık 2011 Cumartesi

GEZİP GÖRMEK GEREK TARİHİ


Atalarımız ‘gezen tilki yatan aslandan iyidir’ demişler. Bu gün aklıma bu söz üzerine düşünmek ve bir şeyler kaleme almak istedim. Şöyle kısa bir araştırma yaptım Gogıl ile internet üzerinde, acaba bu atasözü ile ilgili ne yazıyor diye. ‘Çok güçlü olup da çalışmayan, soylu olup da bir şeyler üretmeyen, tembel tembel oturup onun bunun sırtından geçinen kimselerden; güçsüz olup da çalışan, boş oturmayan ve geçimini sağlamak için uğraşan kimseler daha iyidir’ diye ifade edilmiş bu atasözünün anlamı.

Acaba öylemi diye düşündüm. Sonra o şekilde açıklanabilirse de; çok gezen mi bilir yoksa çok yatan mı? Çok dinleyen mi yoksa çok yatan mı? Çok izleyen mi yoksa çok yatan mı? Çok okuyan mı yoksa çok yatan mı bilir? Sorularını akıllara getirerek devam etmek istiyorum. Atasözümüzde yatmak diye ifadesini bulan söz; boş durmak, bir şey yapmamak, çalışmamak, ekmek elden su gölden yaşamak, seyahat etmeyip sürekli bir yerde ikamet edip durmak olarak en fazla akıllara gelen kavramlardır. Ancak atasözümüz üzerinden ele alınca, ben bunu daha çok gezmemek, seyahat etmemek olarak algılıyorum. Ve o şekilde açıklamak istiyorum.

Bu doğrultuda ‘gezen tilki yatan aslandan iyidir’ diyen atalarımız, insanlar da tilki gibi gezerse, seyahat ederse birçok yer hakkında bilgi sahibi olurlar. Gördükleri yerlerdeki geçmişte ve günümüzde vuku bulan olaylar hakkında bilgi sahibi olurlar. Belli bir yerde dururlarsa sadece bulundukları yer hakkında bilgiye sahip olurlar. Coğrafi, tarihi, kültürel vs. konularda dinleme ve okuma yöntemleriyle de bilgi sahibi oluruz. Ancak bu durumda anlatanın ve yazanın aktardığı kadarını bilme durumumuz olur en fazla.

Mesela hacca giden insanlar oraları anlatırlar. Şurası şöyle burası böyle diye anlatırlar. Hac nasıl yapılıyor, nerde neler yaptıklarını anlatırlar. Her ne kadar bir şeyler anlıyormuş gibi olsak da, gidip gören ve hac görevini yapanın vakıf olduğu bakış penceresine vakıf olamayız.

Mesela peygamberlerin hayatlarını okuruz kitaplardan. Birde her ne kadar onların hayatlarını ve tebliğ mücadelelerini tam olarak yansıtamasa da filmini izlediğimiz peygamberlerin hayatları vardır. Okuduklarımızı anlatmaya çalışınca zorlanırız. Filmini izlediklerimizi daha farklı anlatırız. Aynı şekilde başkalarının bir yerleri bize anlatmasıyla gidip bizzat kendimizin görmesi arasında dağlar kadar fark vardır.

Yüce Rabbim Kuran-ı Kerim’inde “De ki; yeryüzünde gezip dolaşın da, peygamberlerini yalanlayanların sonları nasıl olmuş, görün, inceleyin ve ibret alın' diye buyurmaktadır.

Ülkemizin üzerinde yer aldığı Anadolu’nun o kadar gezip görülecek yeri var ki, o kadar ibret alınacak yeri var ki, her bir köşesinde, her bir metrekaresinde pek çok medeniyetin izleri görülmektedir.. Bu topraklar Nuh ve İbrahim peygamber başta olmak üzere, peygamberler diyarıdır. Evliyalar diyarıdır. Malazgirt’ten Çanakkale’ye nice zaferlerin yaşandığı ve kurtuluş savaşının kazanıldığı topraklardır. Bu topraklar gezilse hatıralarıyla dile gelip konuşacaktır.

Tatil ve eğlence yerlerini ayrı tutarak söylüyorum ki, memleketimizin her bir tarafı buram buram tarih kokan, coğrafyamızın barındırdığı Türk milletimiz 16 imparatorluk sahibidir

İşte bu yüzden her bir imparatorluğun ve her bir medeniyetin izleri var yaşadığımız bu topraklarda. İşte buları bilmek ve üzerine yenilerini koyarak devam etmek lazımdır. Geçmişimizi bilerek hatalardan ders alıp, geleceğe daha güçlü ve daha emin adımlarla yürümek lazımdır.


Bizim üzerinde yaşadığımız tarih, kültür, medeniyet ve coğrafi güzelliklerle dolu ülkemizi biz Türk milleti olarak gezmiyoruz, gezemiyoruz. Oysa Avrupalı ve diğer dünya milletleri her yıl en az bir ayını turistik seyahatlere ayırıyor. Birçok ülke ve memleketle birlikte bizim ülkemizi geziyorlar. Çağ açıp kapayan İstanbul’un fethinin yaşandığı, Çanakkale Destanının yazıldığı Çanakkale’yi, Selçuklulardan, Osmanlıdan ve Bizans ve Rumlardan tarihi mirasları gezip dolaşıyorlar. Güney doğudaki pek çok kadim medeniyeti, tarihi mirası ve doğal yapı oluşumlarını geziyorlar. Anadolu’nun ve orta Asya’dan cebeli Tarık boğazına kadar uzanan topraklardaki Selçuklu ve Osmanlıların İslami ve tarihi miraslarını geziyorlar. Bizde gezmeliyiz.

Gezerken tarihi bilen ve bize bildiklerini doğru ve eksiksiz olarak aktaran işinin ehli rehber veya rehberlere ihtiyacımız olacak. Nerede ne olmuş, nerede ne var önceden bilgi sahibi olmayan bizler bilgilendirilmedikçe kuru kuruya gezmiş dolaşmış oluruz.


Mesela Çanakkale’de Çanakkale’yi gezerken seyit onbaşını görsek bile rehber yoksa sadece heykeli görür geliriz. Seyit onbaşının yaşadıklarını, top mermisini muharebede nasıl ve hangi iman gücüyle kaldırdığını, savaş bittikten sonra fotoğraf çekimi için kaldırması istendiğinde o topun yarısı kadar ağırlıkta bir top mermisini bile kaldıramadığını bilemeyiz. 57. alaydaki askerlerin o gün yaşadıklarını, neler söylediklerini ve hangi manevi duygu ve güçle ölüme gittiklerini bilemeyiz.


Mesela Kıbrıs çıkarmasının yapıldığı beşparmak dağlarına gitsek gezip dolaşsak, çıkarma yapılırken tankın dağın zirvesine hangi güç yardımı ile çıktığını ve çıkarma bitince şoförünün o tankı geri indiremediğini bize bir rehber anlatmasa yada önceden bilip onu orada hatırlamazsak kuru kuruya gezmiş oluruz. O yaşamamız gereken manevi havayı yaşamayız. Örnekler çoğaltılabilir.


Tilki ile aslan aklıma geldi yine. Acaba onlar bunun için mi kurnaz tilki gibi ülkemizin üzerinde her türlü oyunu oynuyorlar. Tilkinin, aslanın yaşlanmasını, kolunun bacağının kırılmasını, ayaklarının üzerinde duramaz hale gelmesini ve yürüyemez hale gelip karşı koyamaz hale gelmesini istemesi gibi; Türk devletinin ayakları üzerinde duramaz hale gelmesi için neler yaptıklarını ve ülkemiz üzerinde geçmişte hangi oyunların oynandığını, şimdi hangi oyunların oynanmakta olduğunu bilmemiz gerekiyor artık.


Onun için son olarak; tilkinin aslanı tökezletmek için yapacağı kurnazlıklarını, hileli ve acımasız oyunlarını bilmeliyiz. Geçmişten ders alarak geleceğe tedbir alarak emin adımlarla yürümeliyiz. Tarihte hep kral olan milletimiz yine aslan kalarak, tilkinin gezme özelliğini de kendimize düstur edinip ve aklıselim ile geleceğe emin adımlarla yürümeliyiz.


Pençeleyerek ve parçalayarak değil, diğerlerine adalet ve hoşgörü dağıtarak, yaşanabilir bir dünya düşleyip isteyerek, barış ve huzur dolu bir yaşam arzu ederek krallığımızı daha kolay elde ederiz. Aslan ki; ne kadar saldırgan ve adalet duygusundan uzak olursa, o nispette düşmanları artacaktır. İlk tökezlediğinde ilk darbeyi ona en yakın görünen ve ona sürekli dostum diyenler vuracaktır. Onun için derim ki; gezelim ve görelim. Dinç ve kendinden emin bir şekilde geleceğe yürüyelim.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey


24 Kasım 2011 Perşembe

ANA BABAYA NANKÖR EVLATLIK



Yüce Allah dinimizde ana-babaya iyilik etmeyi ve onlara yaşlandıklarında her türlü hizmet etmeyi emretmiştir. İslam dinine aykırı ve haram yollara zorlamadıkları sürece onlara asi olmamayı emretmiş. Onlara ‘öff!’ bile demeyi yasaklamıştır.

Peki, ey insanoğlu biz ana babamızın iyiliklerine ne şekilde karşılık verdik acaba?

Birlikte bakalım ve okuyalım;

Ana-babanız; 0-1 yaşınızdayken size süt emzirdi. Elleriyle mama yedirip sizi besledi ve itinayla yıkadı. İhtiyaç duyduğunuzda sevgi ve şefkatle sizi sevdi. Gazınız olduğunda bin bir zahmetle gazını aldı. Altınızı değiştirdi. Siz ise; bütün gece ağlayıp onu uyutmayarak teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 2 yaşınızdan önce siz meklenmeyi (emeklemeyi) bile bilmezken, önce size meklenmeyi (emeklemeyi) ardından da tay tay diyerek yürümeyi öğretti. Siz ise; odadan kaçarak teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 3 yaşınızdayken size özenle yemekler hazırladı. Siz ise; tabağınızı masanın altına dökerek, üstünüze başınıza döküp batırarak teşekkür ettiniz. Hatta tabak ve bardakları kırarak teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 4 yaşınızdayken elinize resim ve karalamalar yapmanız ve oynayıp eğlenmeniz için, renkli kalemler tutuşturdu. Siz ise; evin bütün duvarlarına resim yaparak ve rast gele karalayarak teşekkür ettiniz.
Ana-babanız; 5 yaşınızdayken sizin giyiminize çok itina gösterdi. Sizin güzel ve temiz olmanız için sizi en güzel kıyafetlerle giyindirdi ve süsledi. Siz ise; gördüğünüz ilk çamurlu su birikintisine atlayarak teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 6 yaşınızdayken anaokuluna başladığınızda size yolda bir zarar gelmesin diye elinizi tutarak okula kadar sizinle yürüdü. Siz ise; sokaklarda 'GİTMİYCEEEEEEM' diye ağlayarak ve sizi okulda bırakıp dönmek istediğinde kalmayacağım diye peşine düşerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 7 yaşınızdayken size bir top hediye etti. Siz ise; oynarken komşunun camini kırıp onu bir daha masrafa sokarak, sonra topunuz patladı ‘topum patladı anne’ diye ağlayıp sızlayıp başını beynini yiyerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 9 yaşınızdayken ödevlerini daha rahat yap, sessiz ve sakince rahatsız olmadan uyuyasın diye size özel oda hazırladı. Siz ise; bende sizin odanızda oturacağım, bende sizinle uyuyacağım diye karşı çıkıp onları üzerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 10 yaşınızdayken size binsin, oynasın, eğlensin diye bisiklet aldı. Siz ise, dikkatsizce binip bisikletten düşerek, arabaların geçtiği yollara onunla çıkıp hayatınızı tehlikeye atarak teşekkür ettiniz.

Ana-babanız, 11 yaşınızdayken siz yorulmayın diye, her yere arabayla gitmenizi, hatta kendi arabanızla sizi gideceğiniz yere gitmenizi sağladı. Siz ise, bindiğiniz arabada arkadaşlarınızla kavga ederek, kendi arabanızla gittiğinizde de yine kardeşlerinizle kavga ederek veya inerken arabadan bir anda fırlayıp arkanıza bile bakmadan giderek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 12 yaşınızdayken arkadaşlarınızla sinemaya götürdü. Siz ise; sen bizimle oturma diyerek teşekkür ettiniz. Evde zararlı t filmlerini ve zararlı programları izleme diye önlem aldı. Şifre koydu. Siz ise; onlar evde değilken şifreyi kırıp hepsini izleyerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 13 yaşlarınızdayken sizi okuyup öğrensin, okuldaki eksik bilgilerini tamamlaması için cebine harçlık koyup dershaneye gönderdi. Siz ise; internet kafeye kaçıp internette oyun oynayarak teşekkür ettiniz.

Ana-babanız;14 yaşınızdayken teknolojiden daha fazla yararlansın, faydalı ve gerekli bilgilere ulaşsın size bilgisayar aldı. Siz ise; en gereksiz şeyleri okuyarak, en faydasız oyunları oynayıp bütün vaktinizi boşa geçirerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız;15 yaşınızdayken sizi yaz aylarında tatile gönderdi. Siz ise, bir telefon hal hatır sormayıp, ne yaptığınızla ilgili, tatilinizin basıl geçtiğiyle ilgili bilgi vermeyerek teşekkür ettiniz
Ana-babanız;17 yaşınızdayken arkadaşınızla gece dışarıya çıkmanıza veya partiye gitmenize izin verdi. Siz ise, yine bir telefon bile etmeden sabaha karşı sarhoş bir şekilde eve dönerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız;19 yaşınızdayken yüksek okulu kazandığınızda, okul ve yurt masraflarınızı karşıladı, sizi arabayla yüksek okula götürdü ve eşyalarınızı taşıdı. Siz ise; arkadaşlarınız onları görmesin ve sizinle alay etmesin diye kampus kapısında vedalaşıp onu fakülte bahçesine sokmayarak teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 21 yaşınızdayken geleceğinizle ilgili, iş hayatınızla ve kariyerinizle ilgili size fikir vermek ve size yardımcı olmak istedi. Siz ise; 'Ben sezin gibi olmayacağım. Kendi yolumu kendim çizerim' diyerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 22 yaşlarınızdayken mezun olduğunuzda kep giyme töreninizde yanında olmak istediler. Sana onurla sarılmak istediler. Siz ise; ‘gelmenize gerek yok, bol para gönderin yeter, buraya gelirseniz arkadaşlarım benimle dalga geçer’ diyerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 23 yaşınızdayken evlilik konusunda kime ilgi duyduğunuzu bilmek istediler. Sizin kendinize yakışır biriyle evlenmenizi ve mutlu bir evlilik hayatı kurmanız için size yardım etmek istediler. Siz ise; bir zilliyi veya zibidiyi sevdiğinizi ve kimse karışmasın. Bu benim hayatım’ diyerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 24 yaşınızdayken ‘hiç olmazsa uzun suredir çıktığınız çocukla bizi tanıştır’ dediler. Nasıl birisi? Kimin oğlu? Ana-babası kimmiş? Nerelilermiş ve iş yaparlarmış? Bilmek istediler. Siz ise; 'Zamanı gelince tanıtırım. Ben biliyorum ya sizin bilmenize ne gerek var' diye tersleyerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 25 yaşınızdayken tek başına düğün kararı aldınız. Düğün masraflarınızı karşılattınız. Hem çok oğlunun mürüvvetini gördüğü için hem çok sevindi, hem de çok duygulandılar. Siz ise; dünyanın bir ucuna taşınıp, bayramlarda bile arayıp sormayarak, ziyarete ise hiç gelmeyerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 30 yaşınızdayken bebek bakimi hakkında size bilgi ve öğüt vermek istediler. Siz ise; 'Artık bu yöntemler eskidi, bunlar ilkel yöntemler, bunları bırakın artık' diyerek teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 40 yaşınızdayken çok hastalandı. Senin ayağına iğne batsa geçmiş olsun’ diye koştular. Siz ise; ‘Oğlum çok hastayım bir gelsen. Kalkıp doktora gidemiyorum. Beni bir doktora götürseniz iyi olacak’ dediklerinde. ‘Gelemem şimdi, işim başımdan aşkın’ diyerek teşekkür ettiniz.

Ya da; tüm hayatınız boyunca her şeyin en iyisini isteyen ana-babanız, sizin bir an mutsuz olmamak için çalıştılar. Siz ise; Eşiniz onların eli titriyor, yemeği döküyor, her şeye karışıyor, rahat edemiyoruz diye evde istemeyip ‘ya o ya ben’ dediği için, kendi başına bırakarak veya yaşlılar evine yatırarak ilgisiz bırakarak teşekkür ettiniz.

Ana-babanız; 50 yaşınızdayken çok hastalanıp ölüm döşeğine düştüler. Son nefesinde ‘yavrum nerde kaldın, gel artık son kez göreyim’ diye sayıklayarak öldüler. Siz ise; kariyer peşinde koşarken, helallik almaya gitmediniz. Size zor zahmet telefonla ulaştıklarında ‘çocuklar gibi çok nazlı olduklarını ve şimdi gelemeyeceğinizi’ söyleyerek teşekkür ettiniz.

Onlardan biri veya her ikisi için sonunda beklenen ebedi son geldi ve öldüler. Siz ise; o güne kadar onlar için yapmadığınız her ne varsa, hepsine pişmanlık duysanız da artık iş işten çoktan geçmişti.

Birde bakmışsın ki aynı yoldan sen geliyorsun. Ve davranışlar size reva görülüyor olmuş. Bu yolda ilerlerken
Azrail başucunda belirivermiştir… Ömrün sona ermiş ve dünya hayatı için son noktaya geliverişsin.

Bileceksin ki; artık zaman çok geçtir. Artık asla geri dönüş yoktur. Artık pişmanlıkların hiçbir faydası yoktur... Kusura bakma ama artık çok geç. Geçmiş olsun…

Rabbim kıyamet gününde hesabında ve mizan terazisinde yardımcın olsun.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

23 Kasım 2011 Çarşamba

GELECEĞİN SUÇLUSUNA 8 KURAL


Geleceğin suçlularını yetiştiriyoruz. Sonra da “benim oğlum, benim kızım şöyle ediyor, böyle ediyor, beni hiç dinlemiyor” diye veryansın ediyoruz. Belki de istemeden çocuklarımızı ve nesillerimizi yetiştirirken, rüzgâr ekip fırtına biçiyoruz. Yani kendi ellerimizle kendimiz, aslında geleceğin suçlularını yetiştiriyoruz. Nasıl mı? Sekiz başlık altında inceleyelim ve bunları yaptığımız zaman geleceğin suçlularından birini yetiştirdiğimizi bilelim.


1. Her şeyi hazır ver:


Daha küçük yaştan itibaren çocuğa istediği her şeyi vermeye başla! Yiyecek, içecek ve konforla ilgili bütün arzularını yerine getir ki istediklerini her zaman arzu etmeye alışsın. Bu şekilde herkesin onun geçimini sağlamak zorunda olduğuna inanacaktır. Ödevlerini sen yaparsan, elbiselerini sen toplarsan vs onun yapması gereken işleri sen yaparsan, kolaycılığa alışacaktır. Hazıra alışacak ve vermediğinde, ya ensene binecek, ya da çalmaya başlayacaktır. Bir kez bir şey isteyip de veremediğinde, vermeyeceğin bir şey istediğinde hep seni suçlayacaktır.


Oysa küçük yaştan itibaren sorumluluk almasını öğretsen, eşyalarını toplamasını, düzenli ve tertipli olmasını öğretsen, başarı için çalışması gerektiğini, çok çalışması gerektiğini öğretsen, istediği şeyleri emek harcayarak elde etmesi gerektiğini kavratıp, aşılayabilsen, hem hazırcı alışmayacaktır. Hem de sonunda istenmeyen bir suçlu olmasını tetikleyen sebeplerden birinin önüne set çekmiş olacaksın. Yani işlerinde sorumluluk alarak; en başından başarının da, başarısızlığında sonucuna katlanmasını öğrense, kendi dertleriyle başa çıkmasını bilecektir.

2. Sövgü ve hakaretlerine gül:


Kötü sözler söylediği zaman, sövdüğü zaman gülüver. Her söylediği şey çok değerliymiş gibi davran. Sövmeyi sıradan bir olay gibi zannetsin. Belden aşağı konuşmayı marifet zannetsin. İnsanların içinde kendi kızına, kendi hanımına sövmeyi, sövebilmeyi marifet zanneder hale gelsin. Böylece o kendisinin akıllı olduğuna, kendisine saygı duyulduğu için kimsenin ona bir şey diyemediğine inanacaktır.


Oysa ta küçük yaştan itibaren; kötü söz söylemenin, başkalarına hakaretin, belden aşağı ve faydasız şeyleri konuşmanın insanı büyültmediğini, aksine küçülttüğünü anlatsan böyle olmayacaktır. Düzeyli ve itinalı konuşmaya özen gösterecektir. Belki de küfür yüzünden, başkalarına hakaret yüzünden, başkalarıyla birbirlerine girip, kavga dövüş ederek suç işlemeyecektir.


3. Düşünmeyi öğretme:

Ona düşünmeyi ve beynini kullanmayı hiç öğretme. Onun yerine her şeyi sen düşün. Okuyacağı okula sen karar ver. Harçlığıyla alacağı şeye, ne alması gerektiğine sen karar ver. Ondan sonra 18 veya 21 yaşına gelince de kendisi hep doğru karar verebilsin diye çok beklersin.

Oysa aklını kullanmayı öğretsen, düşünüp karar vermeyi ve verdiği karar ne olursa olsun, bedelini ödemesi gerektiğini öğretsen, akıl ile hareket edebilme melekesi kazanacaktır. Yanlış karar verse bile, bir sonra ki seferde doğru karar vermek için daha dikkatli davranarak doğru olan fikri bulmayı öğrenecektir.

4. Bozduğunu tamir et

Bozduğu tamir et. Ya da yenisini al. Yerde bıraktığı her şeyi toplayıp kaldır. Kitaplarını, ayakkabılarını, elbiselerini topla, onun için her şeyi sen yap ki o bütün sorumluluklarını başkalarına yüklemeye alışsın. Toplamadığında başkalarını suçlasın.
Oysa daha küçük yaştan itibaren bozduğunu tamir etmeye çalışmasını denese, kendi dağıttığını kendisinin toplaması gerektiğini, elbiselerini, kitaplarını vs toplamasını çocuk yaştan itibaren yaptırsan böyle olmayacaktır. Kendi işini kendisinin yapması gerektiğini, ihtiyaçlarını kendisinin görmesi gerektiğini anlayacaktır. Başkalarından beklemek yerine işlerini kendisi yapacaktır.

5. Kavga ederek örnek ol:

Onun önünde sık, sık kavga et ki; bu sayede aile bir gün parçalanırsa o kadar çok şaşırmasın. Yani aile içi kavga olağan bir şey sansın. O da evlenince eşine, çocuklarına aynı şekilde bir ortam yaşatmaya heveslensin. O şekilde daha iyi eş olabileceğine, daha iyi baba veya anne olabileceğine inanır hale gelsin. Aile içi şiddet çocukluktan içinde yer edinsin.


Oysa birbirini anlayan ve birbirlerine saygı duyan, görev ve sorumluluklarını yerine getiren aile bireyleri olarak yaşayarak güzel bir ortam sunmak gerekir. Ufak tefek tartışma ve olumsuzlukları onların gözü önünden uzakta yaşamak gerekir. Çocuklar duymasın dizisinde olduğu gibi, “bey mutfağa, hanım mutfağa” deyip tartışmaya geçmek uygun olmasa da, belki buna bir çare olabilir.


6. İstediği kadar harçlık ver:


Ona istediği kadar harçlık verin ki; hiçbir zaman kendi parasını kazanmanın ne olduğunu öğrenmesin. Alın teri akıtmadığı için, bol keseden harcayıp, tutumlu olmayı öğrenemediği için, paran harçlık vermeye yetmediğinde seni suçlasın. İstediğini alamadığında hırsızlığa başlasın. Hep hazır yiyebilmek, terlemeden harcamaya devam edebilmek için kolay kazanıp çabuk zengin olayım diyerek suç teşkil eden daha başka bir sürü yollara tevessül etsin.

Oysa en başından harçlığı düzenli ve ihtiyacı kadar versen, bittiğinde belli zaman dolmadan bir daha vermeyeceğini söyleyip, idareli kullanmayı öğütlesen böyle olmayacaktır. Ayağını yorganına göre uzatmasını en başından öğrenecektir. Kendisinin para kazanarak, kendi parasını harcamasını sağlayarak paranın kolay kazanılmadığını ve hesapsız harcanmaması gerektiğini öğrenecektir.


7. Hep onun tarafını tut:

Komşulara, öğretmenlere, polislere karşı, daima onun tarafını tut ki; onların hepsine karşı peşin hükümleri olsun. Hep onların suçlu olması gerektiğini düşünsün. Öğretmene karşı bir suç işlediğinde, öğretmen düzelmesi için ceza verse “gösteririm ben o öğretmene” de ki, bir daha ki sefere daha büyük, daha büyük suç işleşin. Aynı şekilde polis yakaladığında bir şekilde arka çıkarak elinden kurtar ki, nasıl olsa babam- annem kurtarır diye sana güvenerek daha fazla suç işlesin.


Oysa bu konuda da yaptığının bedelini ödese, Fatih Sultan Mehmet’in oğluna oynadığı gibi oyunlarla bile olsa güzel işte mükâfat almasını istediğin gibi, suç işleyince de ceza almasına mani olma ki, kendine çeki düzen versin. Bir daha ki sefere daha dikkatli olsun.


Fatih Sultan Mehmet’in oğlu babasına “hocam beni dövdü” diyerek şikâyete geldiğinde, “gösteririm ben o hocaya” deyip, hocanın yanına varınca anlaşmalı olarak kendini azarlatması, “beni dövecekti” diyerek kaçması gibi metotlarla yaptığının karşılığını ödemesini öğrenmesini sağlanmalıdır.


8. Yalanlarını görmezden gel:


Küçük yalanlarını görmezden gel ki; her sıkıştığında daha büyük yalan söylemeyi maharet sayar hale gelsin. Bütün kötülüklerin başı olan yalan söylemeyi olağan bir şey gibi görür hale gelsin. Yalan söyledikçe, söylediği yalanlarında boğulur hale gelsin. Yalancının mumunun yatsıya kadar yandığını ve sonra sönerek onu açıkta bırakacağını anlayamaz hale gelsin.


Oysa daha başından yalanın kötü olduğu, o an için belki kendisini kurtarmış olsa da, yalancının mumu yatsıya kadar yanar olduğunu öğretsen. Yalanın çok kötü bir şey olduğu söylesen o an için zarar görüp, bedel ödeyecek bile olsa, böyle davranması gerektiğini öğütlesen, telafisi imkânsız durumlara düşmez. Yalanı meydana çıkınca düştüğü duruma düşmez. Yalan söylemek istemeyeceği için, onu söylemek zorunda kalacağı durumlardan uzak durur ki; bu da düzgün ve ahlaklı bir insan olmasına katkı sağlayacaktır.


Bütün bunları ve buna benzer davranışları yaparak yetiştirdiğin kişinin, günün birinde başına gerçek bir bela gelirse, öncelikle ondan hemen özür dile. Ama onu felaket dolu bir hayata hazırlayarak, onu bu yola kılavuzladığın için kendine teşekkür etmeyi de ihmal etme.


Etkin ve düzenli bir insan yetiştirmek için, kendi kararını kendisi vererek müspet hareket etme melekesi kazandırmalıyız. Yaptığı her filin sonucunu düşünmesini sağlamalıyız. Önceliklerini doğru bir şekilde tespit edebilmesini öğretmeliyiz. Hayatın kazanılması gereken (dünya ve ahiret gibi) iki yününün olduğunu görmesini sağlamalıyız. Öncelikle anlamaya ve sonra anlaşılmaya çalışmasını sağlamalıyız. Ekip ve gurup dayanışmasının önemini kavratarak, toplumsal yaşama hazırlamalıyız. Kendisini ve bildiği bilgileri yenilemesini öğretmeli ve böyle olması gerektiğini aşılamalıyız.


Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey

BEYNİMİZE ÇÖP DÖKMEYELİM

Geçen gün bir dergide ‘Buraya Çöp Dökmeyin’ diye bir yazı okumuştum. Galiba ‘Yeni Bahar’ diye bir ismi vardı derginin. Boş şeylerle ve faydasız şeylerle beynimizi zorlayıp sonunda beynimizin iflas edip çöktüğünden, böylece unutkanlık hastalığına sebep olduğundan bahsediyordu. Tıpkı bir bilgisayara virüs girip bilgisayarı çökerttiği gibi beynimizin boş ve zararlı bilgilerin beynimize girerek beynimizi çökerttiğinden bahsediyordu.


Şimdi bu konu üzerinde kaleme düşüp yazıya dönüşecek düşüncelerimizi aktaralım. Bakıyoruz hayatımıza; kahvede boş konuşmalarla geçirdiğimiz zaman, faydasız ve havadan sudan konuşmalar, hiçbir faydası olmayan ve zihnimizi açmayan filmler, müstehcen yayınlar, şiddet içeren filmler, sihir ve büyü üzerine yapılmış filmler, bize hayat yolunda hiçbir ışık tutmayan bilgiler, genellikle beyinlerimizi doldurmaktadır.

Bu bilgi ve meşgaleler ile belki beynimiz çökmüyor. Ancak bunlar aklımızı karıştırıp zihnimizi çökertiyor. Bir bakkal veya market dükkânı düşünün ki; her şey karma karışık, neyin nerde olduğu belli değil. Aradığını bulmakta zorlanıyorsun. Boş koliler ortalıkta, temizlik ürünleriyle yiyecek ürünleri birbirine karışmış, birbirine zarar vermiş. Beyinde aynı şekilde düzensiz ve gereksiz şeylerle gereğinden fazla ve rast gele doldurulursa, beynimizi temizlemek mümkün olmamaktadır.
Çünkü bilgisayar gibi beynimize format atmak ve sıfırdan kurmak asla mümkün değildir. Bir hakikatte şudur ki; analistlerin ve bilginlerin iddiasına göre beyinden hiçbir şey silinmiyormuş ve asla kaybolmuyormuş. Bir labirentte kaybolup çıkmaya çalışan insan gibi, zihni bu şekilde kirlenmiş olan kişi bilgiyi beyninden çıkarırken zorlanmaktadır.
Yazımın başında geçenlerde okuduğumu ifade ettiğim yazı da ise bu konuya örnek verirken 4-5 şeritli otoyolu göstermiş yazar Tuğba Mezararkalı. 4-5 şeritli otoyolda trafik normal seyrinde ilerlerken tali yollarla bağlantı kurup, trafik kuralları içinde araçların sorunsuzca işlediğini ancak İstanbul trafiğinde kimin ne yaptığının belle olmadığını, gitmek istenen yolların tıkalı ve trafiğin allak bullak olduğunu örnek göstererek; gereksiz, yararsız ve zararlı bilgilerle doldurulan beyindeki bilgilerinde İstanbul trafiğinde olduğu gibi bilgilerin istendiğinde kolayca seçilip hatırlanamadığını ortaya koyuyor.
İnsan yaşantısın ve hayatının hiçbir döneminde ihtiyaç hissetmediği ve kullanma ihtimalinin olmadığı, gereksiz, boş, anlamsız bilgi ve insana zaman kaybettiren boş işlerin ve bilgilerin zihin kirliliğine neden olmaktadır. Bu sebeple çoğu zaman hatırlamak istediğimiz gerekli bilgi, olay ve isimleri hatırlamakta zorlanmaktayız. Dilimin ucunda ama hatırlayamadım deriz. İşte bahsetmiş olduğumuz zihin kirliliği, yani beynimizin lüzumsuz şeylerle doldurmuş olmamızın sonucu bize öğrenmede zorluk çekme, unutkanlık ve bilgi kaybetme durumu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sürekli izlediğimiz televizyonda gördüklerimiz, internette tıkladığımız onlarca site de ve özellikle şehirlerde sokağa çıktığımızda oldukça ilgi çekici şekilde yerleştirilmiş olan reklam filmleri ve afişleri, cinsellik içerecek şekilde giyinmiş kadın görüntüleri, gibi sıralanabilecek enva-i çeşit durumla karşılaşabilmekteyiz. Bunların yaşamımızda birçok olumsuz etkisini görüyoruz.

Günümüzde internet ortamında oynanan oyunların, özel televizyonların çoğalmasıyla her bir kanaldaki film ve dizilere takip etmeye çalışarak zihin kirliliğinin oluşmasına çok daha vahim şekilde yardımcı olduğumuzu da ifade etmeliyim.

Zira insanın beyni kapasitesi yüksek ve uçsuz bucaksız bir okyanus gibidir. Gördüğü, okuduğu ve duyduğu her şeyi kaydeder. Onun için ilgimizi faydalı şeylere çevirmeliyiz. Beynimize faydasız ve gereksiz şeyleri doldurmaktan kaçınmalıyız. Bilgisayarı virüslerin çöktürdüğü gibi, beynimizi boş ve işe yaramaz şeylerle doldurmak, zararlı bilgilerle doldurmak insanın elinde olduğu gibi. Faydalı ve yaralı bilgilerle doldurup, onları mümkün olduğunca insanların hizmetine ve yararlı işlerde kullanmaya çalışmalıyız.
Bilmeliyiz ki, beynimize kaydedilen bilgiler silinmemekte ve silinememektedir. Bilgisayar gibi beynimizi de bir formatla sıfırlama imkânı bulunmamaktadır.

Sonuç olarak beynimize çerçöp mü dolduruyoruz. Yoksa gerekli bilgileri mi dolduruyoruz düşünüp ona göre hareket etmekte fayda var. Fayda var diyoruz da ne kadar başarabiliyoruz. Bu devirde ne kadar başarabilir o meçhul.


Feyzullah KIRCA
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

2 Haziran 2011 Perşembe

REGAİP KANDİLİMİZ MÜBAREK OLSUN


REGAİP KANDİLİMİZ MÜBAREK OLSUN
Gül bahçesine girenler gül olamasalar da güllerin kokusu üzerlerine sinerde gül gibi kokarlar. Kâinatın en güzel gülünün hayat anlayışını benimseyip, örnek hayatını yaşamaya özen göstererek onun hayat bahçesine girip, gül kokusundan nasiplenmemiz temennisiyle tüm İslam âleminin Regaip kandilini kutlayarak söze başlamak istiyorum. Regaip kandilimiz mübarek ve hayırlara vesile olsun.

Kalpler vardır sevgiyi ve hoşgörüyü paylaşmak için, insanlar vardır dostluğu ve kardeşliği yaşamak için, kandiller vardır en güzel şekilde yaşayarak kutlamak ve yüce Rabbimizden af dilemek için. O halde bu güzide kalplerden, güzel hasletlerle donanmış insanlardan, kandilleri de en güzel şekilde idrak eden kullardan olmayı rabbim cümlemize nasip eylesin.

Sözün burasında regaip kandili ve anlamı hakkında bir şeyler ifade etmeye çalışalım. Rabbimin biz kullarına inayetinin çokluğu, ihsan ve kereminin bolluğunun yanında pek çok günahkârın günahlarını bağışlaması sebebiyle bu geceye Regaip Gecesi adı verilmiştir. Regaip kelime olarak; isteme, dileme, arzu etme ve meyletmenin anlamının yanında, çok sevilen, sayılan, fazilet ve bereket demektir.

Regaip Kandili; Hicri takvimin Recep ayının ilk Cuma gecesine denk gelen kandil gecesidir. Kökü "arzulamak, meyletmek" anlamlarına gelen regaip kelimesi Kuran-ı Kerim de geçmez. İslam kültüründe diğer kandiller gibi önemli bir yeri olan Regaip kandilinde peygamberimiz Hz Muhammed'in iki rekât namaz kıldığına ilişkin çeşitli rivayetler vardır. Her sene Recep ayının ilk perşembesini cumaya bağlayan gecesidir.

Bu gecenin bu değeri nereden kazandığı hususunda değişik rivayetler bulunmaktadır. Bunlardan biri; Hz Âmine validemizin peygamberimize hamile olduğunun farkına bu gece de varmış olmasıdır.

Bir diğeri; Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) Regaip gecesinin içinde bulunduğu Recep ayında çok dua edip, namaz kılıp, oruç tutup, iyiliklerin her çeşidini yaparak, sadaka vermeye özen göstermesidir. Efendimiz Recep ayının ilk perşembe gününü oruçla geçirdiği ve cuma gecesinde, bu kandil gecesine mahsus olmak üzere on iki rekât namaz kıldığı kabul edilir.

Regaip gecelerinde dua etmek, tövbe ve istiğfarda bulunmak, bu geceyi kutsal kabul etmek suretiyle çeşitli ibadetlerle geçirmek, genel olarak âlimler arasında kabul görmüştür.

Regaip Gecesi gibi kandil gecelerinin ilki olma özelliği taşıyan kıymetli bir dua ve af gecesi, müminlerin haftalık bayramı Cuma gecesiyle bir araya gelince, bu gece daha da bir kıymetli oluyor. Bu gece, yalvarış ve yakarışların Yüce Mevla’ya sunulduğu ve O’nun rahmetinden af istenildiği umut, huzur ve müjde gecesidir.

Allah (c.c) katında zamanların değerleri birbirine eşittir. Ancak öyle zamanlar vardır ki o zamanlarda öyle hadiseler olur ki, o vakte diğer zaman dilimlerinden daha üstün bir değer kazandırır. Recep ayının ilk Cuma gecesine isabet eden Regaip Gecesi de bu müstesna zamanlardan biridir. Cuma geceleri böyle kıymetli vakitlerden biridir.

Ayrıca; Regaip Gecesi, üç aylar içinde kendisinden sonra gelecek olan Miraç, Berat ve Kadir Gecesinin de bir müjdecisidir. Onun için bu müjdeciye kulak verip bu geceyi ve üç ayları iyi değerlendirilmelidir. Peygamber Efendimiz (sav) buyuruydular ki: "Beş gece vardır ki, onlarda yapılan dualar geri dönmez, kabul olunur: Recep ayının ilk gecesi, Şaban yarısı (15.gecesi)gecesi, Cuma gecesi, Ramazan Bayramı gecesi, Kurban Bayramı gecesi."

Regaip Kandilinde biz Müslümanlar ne yapmalıyız?

Bu geceyi ibadetle ihya etmenin sevabı pek çoktur. Bu gece, oruçlu olarak karşılanmalıdır. Bu gece, kaza namazı olanların hiç değilse bir günlük kaza namazı kılması, yerinde ve isabetli olacaktır. Kur'an-ı Kerim okunmalıdır.

Bu gecenin daha güzel değerlendirilebilmiş olmamız için, yatsı namazıyla sabah namazını camide cemaatle kılmamız gerekmektedir. Bu, Regaip gecesinin ihyâsıdır. Bu bütün günün ihyâsıdır... Yani yatsı namazı ile sabah namazını camide kılmak, o günün, o gecenin ihyâsı demektir. İnsan sabahlara kadar, akşamlara kadar ibadet etmiş gibi sevap kazanır.

Bir başka ihyâ şekli ise zikirdir... Zikir ederken; "Lâ ilâe illallah", "Allâhümme salli alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed", "Estağfirullah", "Sübhànallah", "Elhamdülillâh", "Allahu ekber", "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm", "Allah" gibi mübarek sözleri söyleyebiliriz. Bu kelimeler ve cümleciklerle zikir yapılabilir. Bunları zikretmenin sevabı çoktur…

Sözü fazla uzatmadan temennilerimizi dile getirerek bitirelim; İdrak ettiğimiz bu mübarek Regaip Kandili vesilesi ile ruhumuzu karartan kötü duygu ve düşünceleri kalplerimizden atalım. Sevgi, hoşgörü, merhamet ve kardeşlik gibi güzel olan ahlaki hasletlerimize sahip çıkalım. Bu mübarek geceleri fırsat bilerek hata ve kusurlarımızdan af dileyerek, “hatanın neresinden dönersek kardır” diyerek, bundan sonra ki hayatımızda rabbimizin rızasına koşalım.

İbadetin zevkinden bizi mahrum eden nefsin kötü arzularını frenleyelim. Gönül dünyamızı bulandıran haset, kin, düşmanlık gibi kötü duygulardan temizleyelim. Bencillik, gurur ve kibir gibi şeytanın kötü duygu ve düşüncelerden kalbimizi temizleyip, güzelliklerle dolduralım. Saf, temiz ve halis bir kalp ile son nefesimizi vermeye ve Rabbimizin huzuruna varmaya hazır olalım.

Regaip kandilimiz mübarek olsun. Şahsımızda ve tüm İslam aleminde hayırlara vesile olsun. Allah yar ve yardımcımız olsun.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey

30 Mayıs 2011 Pazartesi

PEYGAMBERİMİZİN MERHAMETİ


Dinimizin önemli tavsiyelerinden biri olan; en önemli erdemlerin başında gelen ve müminlerin en önemli ahlaki özelliklerinden birisi de şefkatli olmak, merhamet ve hoşgörü sahibi olmaktır. Tüm diğer İslami ve ahlaki erdemlerde bizlere örnek olan, önder olan, Hz peygamberimiz bu konuda da yine bizlere en güzel örnektir.

Tüm evrene bir rahmet vesilesi olarak gönderilen sevgili peygamberimizin Hz Muhammed (s.a.v.) in şefkati ve merhameti de evrenseldi. Yaratılmışların içinde Allah’ı Teala’nın isimleriyle vasıflandırılmak sadece onun mazhar olduğu bir ayrıcalıktır. Çünkü onun özelliklerinden bahsederken bizlere tövbe suresindeki 128. ayette: “And olsun ki; size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O sizlere karşı çok düşkündür. Bütün müminlere de çok şefkatli ve merhametlidir.” buyurmaktadır.

Âlemlerin rabbi tarafından eğitilerek terbiye edilen bir şefkat ve merhametin yaşayan canlı örneği ve öğreticisi olan bu yüce Resul’ün insanlığa yönelik tavsiyelerinden birisi şöyledir: “ merhametli olana Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet gösterin ki, göktekiler de size merhamet etsinler. (Tirmizi, Birr 16) Şefkat ve merhametiyle tüm evreni kuşatacak şekilde engin bir görüş ve öğretiye sahip olan peygamberimizin hayatından sizlere örnekler sunmaya çalışayım.

Bir keresinde kendisine zulüm ve eziyet edenlere onlara lanet ve beddua etmesi telkin edildiğinde: “hayır, ben lanet okumak için değil, âlemlere rahmet olmak için gönderildim.” (Müslim, Birr 87) demiştir. Bu şekilde Cenab-ı Hak tarafından kendisine bahşedilen sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü dolu yüreğiyle insanlık için bir hayat düsturu olduğunu göstermiştir.

İnsanlığa kutlu tebliğini yapmak, kendisine inanacak müminlere ulaşmak ve Taif yakınlarından imanı destek almak düşüncesiyle gittiği Taif yolculuğunda manevi oğlu Zeyd Bin Haris’e ile birlikte; İslam dinini tebliği esnasında taşlanmıştı. Taşlardan bir bahçeye sığınmış ve bu esnada da dişi kırılmıştı. Yorgun bitkin bir halde bahçeye saklandıktan sonra rabbine şöyle yalvarıyordu. “ Allah’ım! Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, insanlar tarafından hor ve hakir görülüşümü sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi!... Herkesin zayıf görüp üzerine yüklendiği çaresizlerin rabbi sensin… Eğer bana karşı bir gazabın söz konusu değilse, belalara ve çektiğim sıkıntılara aldırmam. Ancak senin rahmetin bunları da göstermeyecek kadar geniştir…” (İbni Hişam cilt 2, sayfa 68) diye dua etmiştir.

Buradaki sığındığı bağda Addas tarafından kendilerine üzüm ikram edildi. Onun imanına vesile olduktan sonra, Taif’te karşılaştığı muameleden dolayı gönlü buruk ve üzgün bir şekilde Mekke’ye dönmek için yola çıktığında Cebrail (a.s) gelerek şöyle dedi: “Allah, insanların senin hakkında söylediklerini işitmiştir. Onların seni korumaya yanaşmadıklarını da biliyor. Sana dağların sevk ve idaresinden sorumlu şu meleği gönderdi. Ne istersen emrine amadedir.” dedi.

O melek ise; peygamberimize selam vererek şöyle dedi: “Ey Muhammed! Evet, ben bunun için buradayım. Sen istersen eğer, şu iki yalçın dağı üzerlerine çöktürüp onları helak ederim. Sen emredersen eğer, bunu hemen yaparım…” deyince; şefkati ve merhameti eşsiz olan ve engin bir hoşgörüye sahip olan, sevgili peygamberimiz Hz Muhammed şöyle cevap verdi: “Hayır! Bunu kesinlikle istemem… Ben rabbimden onların neslinden gelecek insanlardan, sadece Allah’a ibadet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan bir nesil çıkarmasını diliyorum.” (Buhari, Bed’ül halk, 7) temennisinde bulunmuştur.

Peygamberimizin örnek hayatından, onun merhamet ve engin hoşgörüsüyle ilgili pek çok örnek bulmak mümkündür. Bunları çoğaltıp sıralamak yerine, burada kısa ve öz tavsiyelerimizle merhamet duygusunu geliştirip yerleştirmek için şunları söyleyebiliriz. Gerek insanlara karşı, gerek hayvanlara karşı, gerek bitkilere karşı merhametli davranarak hem peygamberimizin örnek hayatına uygun olarak yaşayalım. Onun hayatını hayatımıza tatbik ederek rabbimizin rızasını kazanmayı öncelikli hedef edinerek, başkalarına da örnek olalım ve güzellikleri tavsiye edelim. Kötülük, kin, husumet, zulüm ve eziyet gibi dinimizce hoş görülmeyen davranışlardan uzak olmalıyız. İnsan, hayvan, bitki ve hatta cansız varlıklara karşı her türlü zarar vermekten kaçınarak, sevgi çerçevesinde merhametli ve hoşgörülü davranarak, başta yüce Allah’ın hoşnutlunun yanında, peygamberimizin ve yaratığı diğer tüm varlıklarının da hoşnutluğunu kazanmalıyız.

Bir yetimin başını okşamak, susuz kalmış bir kediye ya da köpeğe ayak kabınla su içirmek, av hayvanlarından avlanırken aşırı gitmeden, birle yetinmeyip üç, beş, yedi ve sekiz tavşan vs vurma gibi davranışlardan uzak durmak gerekir. Avlanma yaparken de merhametli ve kanaatli olmak, onlarında bir canı olduğunu bilmek gerekir.

Anne karnındaki ceninleri çeşitli bahanelerle öldürmemek, ahlaki çöküntü içinde bırakarak evlatların ana-baba, eş ve sevgili gibi yakınlarına varıncaya kadar eziyet ve katline yol açmamak gerekir. İslam fıtratıyla doğan bebeklerin, büyüdükçe rabbiyle arasına duvarlar örmeden, yaratıcısından uzaklaşmamasını sağlayacak bir eğitimle eğitmek gerekir.

Yani kısaca bu yazıya son verirken şunları da söylemekte yarar var. Merhamet ve hoşgörü gibi bahse konu güzelliklerin yanında İslam dinini ve Müslümanlığı eksiksiz ve en güzel bir şekilde yaşama gayretinde olmalıyız. Cenneti hak etmek, cehennem ateşinden uzak olmak hedefimiz olmalı… Ancak bundan daha güzeli, rabbimizin rızasını kazanmak olduğunu bilmeliyiz. Allah’ın rızasını kazandıktan sonra, zaten cennete girmek hak olacaktır.

Biliriz rabbim ölümü, bize ne uzak, ne yakın
Gelen her bir fani canlı, er geç göçüp gider bakın

Ölümsüzlüğü tatsak ki, cehennem yakarsa yaksın
Yüce rabbimiz razıysa, o ölüm bize ne yapsın

Son olarak Erdem Beyazıt ta şöyle diyor bir beytinde:

“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm,
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm” Erdem Beyazıt

Rabbim cümlemizi sevgi, merhamet, hoşgörü ve haklara saygıdan yoksun bırakmasın. Ve cümlemizden razı olsun. Amin!...

Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey

23 Mayıs 2011 Pazartesi

ŞAMPİYON FENERBAHÇE

ŞAMPİYON FENERBAHÇE


















Türkiye sportoto Süper liginin şampiyonu Fenerbahçe oldu.



Bütün takımlar karşı takım Trabzonspor şampiyon olsun isterken, bir diğer takımın tüm diğer takımlara karşı mücadele verip hem ikili, hemde genel averaja göre de olsa fark atıp şampiyonda olsa; bu bir şampiyonuktur. Üçüncü kez aynı durumda üzüntü yaşamadan şampiyon olduğumuz ve oyun oyun deyip oyun oynayanların oyununu bozduğumuz için tüm FB camiasını kutluyorum.

18 şampiyonluğumuz hayırlı olsun.

FB ile oynarken 11 sarı kart, 1-2 kırmızı kart görüp, bir okadarı da gösterilmeyen kartlık faul yapan takımların tıngır mıngır faul bile yapmadan 2 sıfır gibi 3 sıfır gibi yenliveren takılara da selam olsun.

Eskişehir takımına özel bir teşekkür gönderiyorum. Adam gibi oynayıp, ellerinden geleni yaparak oynayıp berabere kalarak bizim şampiyonluğumuza yol açtıkları için selam olsun.

ŞAMPİYON FENERBAHÇE

Hem gönüllerinde, hem gerçeklerinde şampiyonu ŞAMPİYON FENERBAHÇE!

Beşi bir yerde diye adlandırılan futbol, basket(erkek-bayan), valeybol(erkek-bayan) olmak üzere beş dalda şampiyonluk gelmek üzere. kalan bir şampiyonluğu da basketbol erkeklerden bekliyoruz.

Diğer dokuz branşta amator ve alt liglerde gelen şampiyonluk, ikincilikler ve avrupa da şampiyonluklar, gelen madalyalar. Yek başına bir futbol değil. her dalda, her aşamada gümbür gümbür gelen bir fenerbahçe....

Aslında dini konularda sizlerle buluşmayı genel olarak hedeflemekteyken, dini konularda bir kaç kelam etmek düşüncesindeyken; bugün kü bu yazımda da Fenerbahçeli olarak Fenerbahçenin şampiyonluğu ile ilgili bir şeyler söylemek ve bu şampiyonluğu kutlamak istedim.

ŞAMPİYON FENERBAHÇE diyorum ve bir kez daha tüm etrikalara rağmen zor kazanılmış bu değerli şampiyonluktan dolayı kutluyorum Fenerbahçe'yi ve Fenerbahçe camiasını...

Allahın selamı üzerineze olsun değerli kardeşlerim.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

10 Nisan 2011 Pazar

EVET KORKTUK





Mustafa Balbay yazarlık bilirde biz bilmez miyiz?

Biliriz elbet, bizim de elimiz kalem tutuyor. Klavye tuşlarına da rahatlıkla basıyor. Neden bahsediyorsun diyeceksiniz biliyorum. Onun için hemen fazla meraklandırmadan söyleyeyim.

Msn de özel Hotmail hesaplarında iki gündür bir paylaşım oradan oraya dolaşıyor. Paylaşımda ne mi diyor? Mustafa Balbay hazretleri bir yazı yazmış. Çok önemli notuyla dolaşıyor msn adreslerinden msn adreslerine.

Ne diyor efendim bu yazı da derseniz? Tabiî ki hepsini paylaşmayacağım. Özetini sunup, sonra da söyleyeceğim şeyleri yazacağım.

Mustafa BALBAY'ın kaleminden özü aynı kendisi kısaltılmış olarak;
----------------------------------------------------------------------------------------------------
KORKTUNUZ !!!
Cumhuriyetten, Kurtuluş Savaşından, Kuva-i Milliye ruhundan, Türk Bayrağından, İstiklal Marşından, Bandırma Vapurundan, Samsundan, 19 Mayıs 1919’dan, Erzurum Kongresinden, Sivas Kongresinden, Kadın Erkeğin eşit olmasından, Kubilay’dan, Türkçe Kuran-ı Kerim’den,

Gerçek İslam dininden, Türkçe ezandan, Nutuktan, Laik Çağdaş Türk kadınından Korktunuz.

Sormaktan, sorgulamaktan, hesap sormaktan, hakkınızı aramaktan,
Görmekten, duymaktan, konuşmaktan, 23 Nisan’dan, 30 Ağustos’tan, 209 Ekim’den,
Bağımsız Türk Yargısından, Anayasa Mahkemesinden, Yargıtay’dan, Danıştay’dan,

Atatürk İlke ve Devrimlerinden, Ulus Devlet yapısından,
Cumhuriyet Gazetesinden, Milliyet, Hürriyet, Sözcü, Akşam, Gözcü, Ulus, Tercümandan,
Kanal D, Star, ulusal kanal, Kanal B, Avrasya, CNN Türk, Sky Türk, Halk TV den,
Anıtkabirden, Gazilerden, Şehitlerden, Hukuk devletinden, İstiklal Madalyasından,
Necip Hablemitoğlu, Uğur Mumcu, A.Taner Kışlalı gibi yazarlardan korktunuz…

Milli Egemenlikten, Tam bağımsızlıktan, Atatürkçülükten, Atatürkçü Düşünce Derneğinden,
TSK dan, 10 Kasımdan, Şerefli Savcılardan, Çılgın Türklerden,
CHP, DSP, MHP den ve Kamer Genç’ten korktunuz…
1 Mayıstan, işçiden, hesap soran çiftçiden, Yılbaşı kutlamasından, korktunuz…

1881 den, Zübeyde hanımdan, İlhan Selçuk’tan, Emin Çölaşan’dan, Bekir Coşkun’dan, Oktay Ekşi’den, Yılmaz Özdil’den, Uğur Dündar’dan, Necati Doğru’dan, Mustafa Mutlu’dan, Hayrettin Karaca ve Muazzez İlmiye Çığdan korktunuz... Bahriye Üçoktan, Mustafa Balbay’dan, Ümit Zileli’den, Sesli Gazeteden korktunuz... Yar sav’dan, Baro’lardan, doğrulardan, gerçeklerden, Monşerlerden, Alevilerden, Çağdaş Türk Gençlerinden ve Engellilerden korktunuz…

Kemal Kılıçdaroğlu’ndan, Cumhuriyet mitinglerinden, ‘Atatürk Öldü Biliyor musun Anne?’ Diye ağlayan kızdan, Harf Devriminden, Şapka ve Kıyafet Devriminden, 10. yıl marşından, Atamın içtiği bir bardak rakıdan, Köy Enstitülerinden, "Ne Mutlu Türküm Diyene" demekten

Ceviz Kabuğundan, Arenadan, 32.günden korktunuz... Ormanlardan, ağaçlardan, akarsulardan, meralardan korktunuz...

Mimar ve Mühendis odaları, Tüsiad, Atatürk Kültür Merkezi, Vatanın bölünmez bütünlüğünü dile getiren Paşalardan, hakkını arayan subay ve astsubaylardan, Başı açık ve namuslu Cumhuriyet kızlarından, "Türkiye Laiktir Laik Kalacak" diye haykıran emeklilerden, Atatürk resim ve rozetlerinden, ATATÜYK" diye gülümseyen 1,5 yaşındaki bebekten korktunuz... Karga kovalayan sarışın çocuktan korktunuz...

Sabih Kanadoğlu, Vural Savaş’tan, Yekta Güngör Özden’den Tüm ihanetlerinizi yaşlı ve yorgun gözlerle izleyen dedelerimizden, ninelerimizden korktunuz... Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den korktunuz... Tarafsız ve onurlu vatandaşlardan korktunuz...

Oyunu yani namusunu SATMAYAN yurttaşlardan korktunuz... Rüşvet yemeden, adam kayırmadan evine EKMEK götüren namuslu memurlardan korktunuz... Namazını, orucunu ve yardımını GİZLİ yapan Gerçek Müslümanlardan korktunuz... Kul hakkına saygı gösterenlerden korktunuz... Bölücü HOCAEFENDİLERİN ellerini, eteklerini öpmeden sadece YÜCE ALLAHA kulluk eden milyonlardan korktunuz...

Birlik olup, küsmeden, yılmadan ve boş vermeden 30 dakikasını geleceğine verip SANDIĞA GİDECEK milyonlardan korktunuz...

KORKULARINIZDAN KORKTUNUZ!...

Ama ne acı ki daha fazla OY, daha fazla PARA, daha fazla İKTİDAR, daha fazla GÜÇ için YÜCE ALLAHI sömürmekten, kullanmak tan ve onun adına konuşmaktan KORKMADINIZ! .....Unutmayın ki KORKUNUN ECELE FAYDASI YOK!

Bu yazıyı okuyan, arkadaşım, anam, babam, teyzem, kardeşim, dostum, büyüğüm, küçüğüm; LÜTFEN yaklaşan seçimler ve bundan sonraki TÜM SEÇİMLERDE sandığa git ve OYUNU KULLAN... Yağmur, çamur deme... Al eline bir şemsiye, giy botunu ve ailen ile birlikte koş sandığa... Sende biliyorsun en fazla 30 dakikanı alır... 4 – 5 yılda bir yapılan seçimler için 30 dakika nedir ki?

HER SEÇİMDE 7-8 MİLYON VATANDAŞ oy kullanmıyor. Yani nerede ise TEK BAŞINA bir İKTİDAR daha... Belki sen de dönem dönem bu milyonların içinde idin... UNUTMA ki sandığa atılmayan HER OY "KORKAKLARIN" hanesine gidiyor…

Diyelim ki 100 kişi oy kullanacak.. Ve bu 100 kişinin tamamının sandığa gittiğini varsayalım... Sonuçlar açıklandı... A partisi %30... B partisi: %20... Olsun. Ancak bu 100 kişiden 20 kişinin sandığa gitmediğini varsayalım... .(Türkiye de her seçim olduğu gibi)...Yani seçmen sayısı 0 olsun... A ve B partisine yine aynı sayıda oy geldiğini varsayalım... Bu sefer her şey aynı olduğu halde yeni seçim sonuçları şöyle oluyor; A partisi %37.5...... B partisi: %25.... Yani fark giderek açılıyor... Milletvekili seçimlerinde ise bu fark daha da acı bir boyuta geliyor... %10 barajının etkisi ve sandığa atılmayan ya da boş atılan oylar yüzünden 1 milletvekili çıkarabilen malum zihniyet AYNI OY SAYISI İLE 2–3 milletvekili çıkarıyor... Sence bu adil mi?

Ankara Belediyesinde yaşanan skandallar malum… Tüm ülke izliyor.. Ama şunu da unutma; Gökçeğin seçildiği dönemlerde yaklaşık 300 bin (300.000) kişi oy kullanmadı… Tahmin ettiğin gibi bu 300 bin seçmen oy kullansa idi Gökçek ve dolayısıyla skandallar olmayacaktı… Bu durum diğer iller içinde geçerli... Ve bu bir seçim başarısı olmadığı halde şenlik yapıp kutluyorlar. %10 Seçim barajı olduğu sürece de sandığa atılmayan her oy KORKAKLARA gidecek.... Hal böyle iken gerçekten SANA İHTİYACIM VAR... Bütün hayatımız boyunca Demokrasiye katkımız bütün seçimlerde bir kâğıda bastığımız toplam yarım fincan mürekkep... Hepsi bu işte... O tahta sandığa gitmek zorundayız... Eğer gitmezsek iş için, zamlar için, maaşlar için, özgürlük için, haklar için sesimizi çıkarmaya ya da meydanlara dökülmeye hakkımız bile yok... Çünkü oy kullanmayarak biz SİSTEMİN DIŞINDA kalmış oluyoruz... Hal böyle olunca tüm yapılanlara ses çıkarmaya da hakkımız olmaz....

Unutma! Demokrasiler de OY SENİN NAMUSUNDUR… Biliyorum, biraz uzun bir yazı oldu ama dedim ya SANA İHTİYACIM VAR.... Senden bir ricam daha olacak... Bu mesajı e-mail ile dostlarına da göndermeni isterim.... Çünkü 1 OY bile ÇOK önemli... Belki senin fikrini değiştiremem ama son sözüm şudur; artık ağırlığını KOY! Sevgi ve saygı ile arz ederim.

-------------------------------------------------------
Evet, Okudunuz Nelerden korkuyormuş Mustafa Balbay gibi düşünmeyen ve onun fikirlerini ve ortaya koyduğu ve koyacağı eylemleri desteklemeyenler hep birlikte okuduk.

Ben de diyorum ki kısa ve öz olarak; Onların hiç birinden korkmadık, Biz Allahtan başka hiçbir şeyden korkmayız. Rabbim izin vermezse hiçbir şey, hiçbir kimseye zarar veremez. Biz buna inanır, buna inanmayı tavsiye ederiz.

Evet, onlardan değil; faili meçhullerden, askeri ve medyatik darbelerden, Seçimle halktan alamadığınız yıllardır çeşitli darbe ve darbe teşebbüsleriyle kullanmaya kalkmanızdan, % 95 ile gelseler de yaptırmayız, ettirmeyiz demelerinizden. İçimize kadar girip, bizden olup, canımızı emanet ettiğimiz asker olup, gazeteci olup, bürokrat olup, Emellerinize ulaşmak için hiç tereddüt etmeden derin yapılanmalarınız ile adam öldürüp sonra istemediğiniz dindar hükümetlerin üzerine yıkarak hükümet devirmenizden, güçsüz koalisyonlardan medet ummanızdan, terörle mücadele deyip, terör üretmenizden korktuk. Asker olup, mitçi olup, emniyet mensubu olup teröre bizzat veya dolaylı olarak destek olmanızdan, terörü yönetmenizden, elemanı olup, devletin parasıyla devlete kurşun sıkanlardan korktuk doğrudur…

Atatürk’ten, Cumhuriyetten, Kurtuluş Savaşından, Kuvayı Milliye ruhundan, Türk Bayrağından, İstiklal Marşından, Bandırma Vapurundan, Samsundan, 19 mayıs 1919 dan, Erzurum Kongresinden, Sivas Kongresinden, Kadın Erkeğin eşit olmasından, Kubilay’dan, Türkçe Kuran-ı Kerim’den, Nutuktan,

Gerçek İslam dini dediğin şey neyse(bildiğimiz tek bir İslam dini var), ondan değil,

Sormaktan, sorgulamaktan, hesap sormaktan, hak aramaktan,
Görmekten, duymaktan, konuşmaktan, 10 Kasımdan, 23 Nisan’dan, 30 Ağustos’tan, 29 Ekim’den, Bağımsız Türk Yargısından, Anayasa Mahkemesinden, Yargıtay’dan, Danıştay’dan, Atatürk İlke ve Devrimlerinden, Milli Egemenlikten, Tam bağımsızlıktan, Atatürkçülükten değil…

Mimar ve Mühendis odaları, Tüsiad, Atatürk Kültür Merkezi, Vatanın bölünmez bütünlüğünü dile getiren Paşalardan, hakkını arayan subay ve astsubaylardan, Başı açık ve namuslu Cumhuriyet kızlarından, "Türkiye Laiktir Laik Kalacak" diye haykıran emeklilerden, Açık giyinen Laik kadından değil, Atatürkçü Düşünce Derneğinden, TSK dan, Şerefli Savcılardan değil de; bunların şerefini satıp güç odaklarının ve vatanın aleyhine şerefsizlik edenlerinden korktuk doğrudur…

‘Oyunu yani namusunu SATMAYAN yurttaşlardan korktunuz... Rüşvet yemeden, adam kayırmadan evine EKMEK götüren namuslu memurlardan korktunuz... Namazını, orucunu ve yardımını GİZLİ yapan Gerçek Müslümanlardan korktunuz... Kul hakkına saygı gösterenlerden korktunuz... Bölücü HOCAEFENDİLERİN ellerini, eteklerini öpmeden sadece YÜCE ALLAHA kulluk eden milyonlardan korktunuz...’ dediğiniz bu kısımda zaten bizim gibi dürüst halkı tarif etmiş olduğunuzdan dolayı sizi kutluyorum Sayın Balbay.

Oyumuzu artık satmadığımız için, artık oyunlarınızı, seçim zamanı bizden olup, seçim geçince Ergenekon ve dış odaklı menfaat odaklı amirlerinizin yanına gitmelerinizi çözdüğümüz için ‘Cumhuriyet elden gidiyor’ , ‘Laiklik elden Gidiyor’ , ‘Bizden sonrası karanlık’, hatta ‘din Elden gidiyor’ bile deseniz de giden bir şeyin olmadığını artık halk olarak gördük. Ama bunların Allah korkusu yok, bunlar her şeyi yapar diye hep korktuk…

Mümin dini sömürmez, Allah’ı sömürmez. Allahın emirleri doğrultusunda yaşar ve her işinde önce onun rızasını gözetir. Sizin anladığınız ve uyguladığınız gibi oy zamanı Müslüman olup, sonra bildiği yere gitmez. Onlara Münafık deniyor ve yerleri de öbür âlemde cehennemdir. Heykelleri yapılsa heykellerinin bile arkası döner onların kıbleye.

Başı dışarıda olan, bir emirle kitlelerin üzerine kurşun yağdıran, korkusuzluğunuzdan korktuk… Yazında da bahsetmiş olduğun, foyanızı meydana çıkarmaya hazırlanan eşref Bitlis gibi komutanları, Uğur Mumcu ve diğerleri gibi yazarları acımadan öldüren ve öldürten, sonra da işi sağcı diye oluşturduğunuz terör örgütlerinin üzerine yıkıp, faili meçhul bir cinayetle, hükümeti deviren ve dolayısıyla bir nevi darbe yapan, derin Ergenekon yapılanmasından korktuk. Menderes köpek davasından, Özal’ı zehirleyerek,

Muhsin’in nasıl öldüğü malum, Merhum Ecevit’i bile ölüme göndermenizden, bunların bazıları ispatlanamama ihtimaline karşı ölüme gönderme ihtimalinizden korktuk, diye yumuşatalım biraz…

Evet korktuk, Allah’tan korkmayanlardan korktuk, insanların içine baka baka yalan söyleyip, karşı tarafı yalanlarıyla karalayanlardan korktuk… bir harfle, bir yazıyla adam mahkum edenlerden, bir kurşunla hükümet devirenlerden korktuk…

Ve bu sebeple yılardır hep sustuk...
Dahası var ama benim vaktim yok yazmaya... Hem de yazı çok uzun olacak.

Ama şimdi savcı da değişse, hâkimler de değişse
Sağduyulu, devletine ve seçilmiş sivil iradeye saygı duyan,
Hukukun Üstünlüğü ilkesine inanan, Askeri vesayetten ve Ergenekon yapılanmasından değil de Hukuk kurallarından direktif alan ve ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir' sözüne değer veren yöneticiler ve hâkimler mutlaka çıkacak ve hesabı sorulacak.

Halkı kayırır gibi gözüküp, hep kalemi halka çeviren medya mensupları…
Vatanı ve halkımızın güvenliğini emanet ettiğimiz, sınırlarımızı koruyun ve terörü bitirin dediğimiz polis ve korucular, istihbarat görevlileri ve dolaylı dolaysız, silahı millete doğrultan rütbeli rütbesiz asker!...

Her türlü suçu işlerken, dinleniriz de foyamız meydana çıkar diye korkarak, dinleniyoruz, özel hayat diye bir şey kalmadı diye ortalığı ayağa kaldıran zevatlar mutlaka işledikleri işlemeye teşebbüs ettikleri suçların hesabını verecek, vermeliler…
Suç işlemeyen, işlemeyecek olan, dinlenmekten niye korksun?

Şakşakçıları olsa da vermeliler, verecekler, olmasa da...
Foyaları ortaya çıkınca Atatürk ve Cumhuriyetin arkasına saklanmak yok öyle... Yemezlerrrrr...
Cem Uzan ve Ekibi de Cumhuriyet için bilmem kaçıncı gün diye hesap yapıyorlardı...
Her türlü yasa dışı işleri yaparken cumhuriyet yok muydu????
Diye sorarlar adama...

Feyzullah kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

7 Nisan 2011 Perşembe

KURTULUŞ KAPISINI AÇMAK


Sevgili kardeşlerim ve değerli okuyucular insanoğlunu yeryüzüne, hikmetinden sual olunmaz yüce rabbimin lütfüyle bir imtihan vesilesiyle yaratıldık ve yeryüzüne gönderildik. Bu gönderiliş tabiî ki, sorgusuz sualsiz yaşayıp heva ve heveslerimizin peşinde koşmak için değildir. Nefislerimizin isteklerine göre değil, rabbimin razı olacağı şekilde ve doğru bir hayatı yaşamak peşinde olmalıdır.

Yani onun emirlerine uygun, yasaklarından uzak durarak yaşanacak bir hayatı tercih etmek peşinde olmalıdır. Buna kısaca salih amel ve güzel ahlakla donatılmış bir hayatı yaşamanın yanında kötülüklerden uzak, nefislerimize, komşularımıza ve diğer tüm canlılara zarar verecek olan her türlü eylemden ve işten uzak durmanın peşinde olmalıdır.

Ancak bu salih amellerin ve güzelliklerin bize Ahirette faydası olması için, Rabbimizin rızasını kazanabilmemiz için, önce onun varlığını idrak edip, ona iman ve teslimiyet göstermek gerekir. Aksi takdirde işlediğimizi ameller, yaşantımızdaki güzel ahlak bizlerin ve dolayısıyla toplumumuzdaki ve dünyadaki huzurumuzun ve güvenliğimizin sağlanmasına katkıda bulunsa da; Ahirette bize bir faydası olmaz.

Bunun için öncelikle yüce yaratanımız olan, bizleri ve tüm canlı cansız varlıkları yoktan var eden varlıkların sahibi ve maliki olan Allah’a giden kapıyı amcalıyız. Bu kapıyı açmakta onun dinine girmekle, yani “Allahtan başka ilah yoktur, Muhammed (s.a.v.) onun kulu ve elçisidir” sözünü ve inancını hem kalben hem de dil ile söylemekle olur. Bunu söyledikten sonra az önce bahsetmiş olduğumuz salih amel, güzel ahlak ve insanlara ve diğer canlılara iyilik etmelerimiz Allah nazarında anlam kazanır.

Birde şöyle bahaneler buluruz kendimize; ben çok kötülük ettim. Artık beni Allah affetmez, benim için çok geç, gibi bahaneler üretiriz kendimize. O kapı bize oktan kapanmıştır. Ya da daha yaşım genç biraz hayatımı yaşayayım da sonra bakarız filan gibi öteleyen bahanelerin arkasına saklanırız. Ya da efendim din ve İslam kıldan ince ve kılıçtan keskin, biz nerde uygularız, tam olarak yaşayamayız, en iyisi hiç uğraşmayalım gibi düşüncelere kapılanlar olabilir. İşte bunlar nefis ve şeytan denen insanın kendi has düşmanlarının argümanlarıdır.

Bunlardan kurtulmak için zararın nesrinden dönersek kardır deyip, bir daha bilerek hataya düşmemek üzere öncesi için tövbe edip Allahın ipine, yani kuran ve Rasülüllah’ın sünnetine sarılmalıyız. Ancak o zaman bize artık kilitli dediğimiz hak kapısı ardına kadar açılacaktır bundan emin olmalıyız. Bunu zaten “ben kuluma şahdamarından daha yakınım” diyerek yüce rabbim kendisi beyan ediyor Kuran-ı Kerimde.

Şu ünlü sihirbazın hikâyesini hepimiz duymuşuzdur. Hani şu ismi Harry Houdini olan sihirbazın adını duymuşuzdur. Duymamış iseniz de internette bu adla yapacağınız bir aramada çıkan sonuçlar size onun ününün büyüklüğünü ispatlayacak ve isterseniz bu hikâyeyi okumanızı sağlayacaktır.

Şimdi gelelim hikâyeye;
İşte bu kilit açma ustası, yanına hiçbir gereç almadan, yalnızca giysileriyle girdiği herhangi bir hapishaneden bir saatten önce kurtulacağını iddia eder ve hep bununla övünürmüş. İngiliz Adalarındaki küçük bir kasabadaki bazı insanlar Houdini´yi iddiasını ispat etmeye davet eder. Houdini kasabanın yeni hapishanesine geldiğinde, hapishanedeki bir hücreye yerleştirilir. İnsanlarda heyecan dersen doruklardır. Kapılar kapandığında kasabalılar hariç herkes onun o hücreden nasıl çıkabileceğini merak etmektedir. Houdini öyle kilitler açmıştı ki bunları açmaması şaşılacak bir durum olurdu. Ama kasabalıların yine de çıkamayacağına dair bir ümitleri vardı...

Houdini´nin kemerinde yirmi beş santimlik bir çelik parçası vardı ve bütün kilitleri onunla açardı. Ancak bütün maharetine rağmen bu kez zorlanmıştır. Anlayamadığı bir şekilde kilit açılmamakta direniyordu...

Yarım saat uğraştıktan sonra, kendine güveni yok olmaya başlamıştı. Bir saat dolduğunda artık kan ter içinde kalmıştı.

İkinci saatin sonunda artık pes etti ve kapının üzerine yığıldı. Ve kapı o anda kendiliğinden açılıverdi.

Kasabalılar hinlik edip kapıyı kilitlememişlerdi. Kapı yalnızca Houdini´nin kafasında kilitliydi. Biraz itse açılacaktı ama kapının kilitli olduğunu düşündüğü için bunu denemeyi düşünmemişti bile. Karşımıza öyle kapılar çıkıyor ki bazen dünyanın koşuşturmacasından bu kapıların kilitli mi yoksa açık mı olduğuna bakmak aklımızdan bile geçmiyor... Eğer bir kilidi açmak size imkânsız gibi geliyorsa biraz düşünmeye vakit ayırın ve gerçek kilidin o olmadığını fark edin...

Hayatın kapıları da aynen böyledir. Kilitli olduklarını düşünüp, açmayı denemediğiniz sürece kilidi açmak için gereksiz ter dökersiniz. Bazen yapmanız gereken tek şey, sadece, şöyle hafifçe dokunuvermektir kapıya...

Bizim için artık çok geç demek yerine bir samimi tövbeyle rabbim bizi affediverecektir. Kilitlidir dediğimiz tövbe ve samimi dua kapısıyla yeniden girmemiz gereken kurtuluş kapısından giriveririz. Ya da bize yıllardır dargın olan komşularımız, dostlarımız ve diğer insanlarla ilişkilerimiz düzelmez diye düşünürken, bir selam vermekle, bir merhaba demekle açılmayacak dediğimiz dostluk, akrabalık ve komşuluk kapıları açılıverecektir. Kim bilir belki zaten kapı açıktır da itilmeyi beklemektedir.

Ne kadar doğrudur, ne kadar yanlıştır bilinmez ama bu hikâyenin insanın kendi başarısını nasıl etkileyeceğini, hayatına nasıl ve ne şekilde istikamet vermesi gerektiğini göstermesi bakımından önemi çok büyüktür. Bence bu aklımızdan hiç çıkarmamamız gereken ibretlik bir hikâyedir.

Yaşamın içinde ibretlik öykülerimiz insanoğlu var olduğu sürece olmaya devam edecek... Kilitsiz bir ömür geçirmeniz dileğiyle... Yüce rabbimin selamı, rahmeti ve bereketi üzerimize olsun. Allah yar ve yardımcımız olsun…

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

4 Mart 2011 Cuma

ÖRTÜNMEYE BAHANELER ÜZERİNE



Kapanmak önemli değil, önemli olan kalbinin temizliği
'KALBİN TEMİZLİĞİ GÜNAHA ENGEL DEĞİL'

Dinden çıkmadığıma göre başımı açmamda problem yok
'DİNDEN ÇIKMADIN AMA GÜNAHKARSIN'

Bu zamanda da başörtü olmaz ki! Hangi çağdayız?
' GÜNAHIN BU ZAMANI O ZAMANI YOK KURAN HER ÇAĞ İÇİN İNDİ'

Nefsime yenik düştüğümden, kapanamıyorum....
'NEFİS ŞEYTANDIR SEN ŞEYTANA YENİKSİN GELECEĞİNİ DÜŞÜN YENİLME'

Önemli olan, saç dışındaki vücudun teşhir edilmemesi
'YANİ GÜNAH SADECE VUCUDAMI VAR'

..... gibi uzayıp giden 'Örtünmeye bahaneler' adlı bir paylaşımın üzerine itiraz ve cevaplarımızı içeren bir yazımızdır.

Söylenen:
Almışsın eline kalemi trafik memuru gibi herkesi cezalandırıyorsun. Önüne geleni cehenneme dolduruyorsun. Sen kuranın hangi ayetinde, hangi süresinde saçını örteceksin diye okudun. Allah adına karar verip Allahın buyurmadığını, Allah böyle buyuruyor diyerek Allah adına yasa koyucu olmanın cezasını ve günahını sen biliyor musun? Allah Kur’an da başınızı örtün diye buyurur fakat saçınızı örtün diye bir buyruğu yoktur. Sen şimdi dedin ki; “eee daha ne istiyorsun” Hiiiç! Sen başla saçı bir sanırsın çünkü. İnsan günahı; gözüyle ve diliyle işler. Onları örteceğiz asıl.

Nasıl ki televizyon da bir maç izlerken hakemin yanlış bir düdüğüne aynı anda milyonlarca kişi küfür ederek günaha giriyor. İşte o misal gibi duyduğum bir şeye tepki gösterip günaha girmemek için ağzımızı ve gözümüzü yumacağız, yani örteceğiz ki günaha girmeyelim.

İnsanın başı omzunun üzerindeki kafasıdır. Buna delil nur suresi 30. ve 31. ayetleri okuyun lütfen. Selam ve saygılarımla

Cevabımız:
Elbette diğer günahları işlemek serbest değil. Onlardan da korunacağız kesinlikle. Burada söz konusu saçı baştan ayrı kabul edip, ayrı gösterilemeyeceğini söylemektir. Saçı baştan ayırmak ne haddimize sevgili arkadaşım. Saçta başın bir parçası olduğuna göre başa değildir. Demek ki saçta örtülecek. Saç yüz kısmında olsaydı, peygamberin gösterilecek kısımları işaret ederken yüzü de saymış deyip, bu dediğine katılabilirdik.

Azhab, Nur ve Nisa surelerini bastan sona okursak; kadınlarla ilgili çok şeyi ve örtünme ayetlerini görürsün bey efendi arkadaşım.

Söylenen:
Saçınızı örtün diye bir ayet göster, gelip senin elini öpeceğim bey efendi.

Cevabımız:

Baş demesi yetmez mi? Sevgili kardeşim! İlla ayetin başta bulunan şunu ve şunu da örtün demesi mi lazım? Numarasını verdiğiniz Ayetlerin meallerini bir kez daha okuyalım. Başı örtün der ama baştaki saç görünebilir demez. Bilgimiz dahilinde; peygamberimizin de bu yönde bir hadisi yoktur. Sadece görünebilecek kısımları işaret edişi vardır.

Mü'min erkeklere söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Gerçekten Allah, yaptıklarından haberdardır. (Nur suresi 30. Ayet)

“Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz, el ve Ayaklar gibi) görünen kısımlar müstesna, zînet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. Ziynetlerini, kocalarından yahut, babalarından yahut, kocalarının babalarından yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut Müslüman kadınlardan, yahut sahip oldukları kölelerden, yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri zinetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!” (Nur suresi 31.Ayet)

Burada Peygamberimizin bu ayeti okurken yabancı erkeklere karşı açılabilecek yerlerin bizzat gösterilmesi vardır. O yerler de ayet içinde buradan hareketle (Yüz, el ve Ayaklar gibi) şeklinde ifade edilmiştir.

Söylenen:

İNSAN gözüyle diliyle değil de, saçla günah işlediğine inanıyorsa kardeşim benim sana söyleyecek bir şeyim yok. Şu sözünle bile beni kırdın ve günaha girdin. Kıldan ince kılıçtan keskin denen şey budur işte. ben sana saygılarımı sunarım kardeşim.
Cevabımız:

Birileri hakkı söyleyince kırılır diye hakkı söylemekten imtina etmeyiz canım kardeşim.
Ben naçizane bir imam hatibim ve dinin emirlerini söyleyince cemaatim bana darılır, kırılır diye düşünmem, Allah neyi emrediyorsa dilim döndüğü kadar güler yüzle ve yumuşak bir dille anlatırım. Dileyen tutar, dilemeyen tutmaz ve uymaz. Herkesin günahı ve vebali kendinedir.

Yüce Allah peygamberimize bile: 'senin görevin sadece tebliğ edip duyurmak, onların yapıp ettiklerinden sen sorumlu değilsin. Sen sadece uyar' diyor. Bizde naçizane onun mirasçılarıyız. Sadece uyarıp bilgilendiriyoruz. Gerisi okuyup ya da dinleyip de yapmayan (uymayan) kullara kalmış.

Daha peygamberimiz gibi memleketimizden sürülmediğimize göre görevimizi yapabilmiş değiliz demek ki.

Selamlar canım kardeşim.

17 Şubat 2011 Perşembe

PENGUEN ve DİNE HAKARET


Mizah dergisi Penguen'in son sayısındaki karikatürü ve 'Allah yok, din yalan' ifadesi büyük tepki gördü. Dergiye tepkiler çığ gibi büyürken, birçok kişi derginin dine hakaret ettiği görüşünde. Haftalık mizah dergisi Penguen’in geçen haftaki sayısında yer alan bir karikatür ortalığı karıştırdı. Sosyal paylaşım sitelerinde karikatüre tepkiler çığ gibi büyüyor. Tepki çeken karikatürde namaz kılan cemaatten biri cep telefonu aracılığıyla Tanrı’yla konuşurken resmediliyor, caminin duvarında ‘Allah yok, din yalan’ yazısı dikkat çekerken caminin prezervatif şeklindeki avizelerine de tepki gördü.

Penguen’in 10 Şubat tarihli sayısında yer alan karikatürde, namaz kılan cemaatten biri “Tanrım acaba ben son rekâtı kılmasam olur mu? İşim var da.. Çok teşekkür ederim tanrım! İyi günler…” diyor.

"ALLAH YOK, DİN YALAN"

Konuşmanın yer aldığı karikatürde, camiye benzetilen mekânın duvarındaki süsleme içine gizlenmiş metin ise şöyle; “Allah yok, din yalan.”
PREZERVATİF ŞEKLİNDE AVİZE
Penguen'in Facebook sayfasında saat 12.18'de yapılan açıklama şöyle:

Önce birkaç yanlış anlamayı düzeltelim:
Tepki gören karikatür kapak karikatürü değildir. Çizer kendi köşesinde yayınlamıştır. Sadece kapağı Penguen Dergisinin ortak görüşünü yansıtır. Köşelerdeki karikatürler çizerlerin şahsi fikirleridir.

Çizimde prezervatife benzetme yoktur, gerçekten de böyle avizeler vardır. Mizah dergiciliğinin geleneğinde yazarlara çizerlere karışılmaz, herkes köşesinde istediğini yazıp çizmekte özgürdür. Tek bir karikatürü severiz sevmeyiz ama genel olarak bu özgürlük alanını korumak önemli. Eleştirilere de saygı gösteriyoruz. Karikatüre gelen tepkilerden dolayı üzgünüz. Saygısızlık olarak görenlerden özür dileriz.

Sosyal medyada karikatür protesto edilirken, “Din düşmanlığını mizah diye yansıtan rezalet” ifadeleri kullanıldı. Ayrıca çizilen karikatürde caminin avizelerinin de prezervatif şeklinde verilmesi tepki çekti.

DİNE HAKARETE EDİLDİ
Özellikle Twitter'da karikatürle ilgili binlerce yorum yayınlandı. Yorumlar Penguen'in dine hakaret ettiğini ve tepki gösterilmesi gerektiğini içerirken, karikatürün hakaret olmadığını söyleyen az sayıda kişi de vardı.

Yapılan yorumlardan bazıları şöyle:
“Penguen dergisine şaşırmadım değil. Kendileri için büyük talihsizlik...”
“Penguen Dergisinin "Allah yok" "Din yalan" yazıları ile Caminin ampullerini prezervatif şekli verdiği iğrenç karikatürüne tepkisiz kalma!!”

“Penguen bu sefer güldürmedi.”

'HAKARET DEĞİL'
Bazı okurlar ise karikatürde bir hakaret bulunmadığını savundu; “Allah yok, din yalan demek ne zamandan beri saygısızlık-hakaret olmuş. Kötü espri dışında Penguen in karikatürde bir problem yok.”
--------------------------------------------------------------

Şimdi düşünüyorum bunu niye yaparlar, aklıma bir tek şey geliyor ilk olarak. Müslümanları kızdırıp, sokaklara döküp, protesto ederken ortalığı yakıp yıkmalarını sağlayarak barbarlıkla suçlayabilmek için olsa gerek diyorum. Bu duruma başka bir yorum ve fikir bulamıyorum. Çünkü şimdiye kadar hep böyle yaparak hele de İslam dinini ve onun hakikatlerini iyi öğrenmeyip kulaktan dolma bir şekilde yalan yanlış şekilde yaşamaya çalışan Müslüman halkları kışkırtarak amaçlarına ulaştıklarını ve sonra da demokrasi ve özgürlük götürme ve getirme vaatlerinin arkasına sığınarak sömürdüklerini düşününce, bunları daha bir anlamlı buluyorum.
Bir başka yönden bakacak olursak, Ebu cehil ve Ebu Lehepler velhasıl Tağutlar her zaman olacaktır, iyiyle kötünün mücadelesi de devam edecek. Bu konuda da çok şey söylenip yazılabilir. İşin özü iyiyle kötünün, hak ile batılın mücadelesi devam ediyor…
« De ki: Ey kâfirler, ben sizin tapmakta olduğunuz putlara tapmam. Siz de benim mabuduma tapanlardan değilsiniz. Ve ben sizin taptıklarınıza asla tapıcı olmadım. Siz de benim mabuduma tapıcılardan değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana. »

Yukarda mealini verdiğimiz Kafirun Suresini tekrar tekrar okumak lazım, bu durumu anlamak için. Ancak bizler öncelikle dinimizi çok iyi yaşayıp, diğer insanlara anlatmalıyız. Bir kıssa var 20 kurusa İslam’ı satmak adında. Olay şöyle cereyan etmiş. Yahudi’nin biri imamı deneyip yanlış hareketinde yine İslam’a zarar vermek ve kötülemek için 20 kuruş düşürmeye karar vermiş. Cemaat çıktıktan sonra sadece imamın kaldığını görünce halının üzerine atmış parayı. İmam da parayı bulup hemen düşüren adamı gördüğü için kendisine takdim etmiş. Sonra da Yahudi durumu izah etmiş ve kendisini denediğini söylemiş imama. Durumu öğrenen imam 20 kuruş değil mi diye küçümsemeden sahibine verip 20 kuruşa dinini küçük düşürmediğine sevinmenin yanında, Müslüman’ca davranış göstermenin sevincini yaşamıştır.

20 kurusa İslam’ı satmadan, yaşantımızla örnek olarak, İslam’ın harikalığını yaşayarak göstermek çok önemli. Elbette tepki ve gerekli itiraz kırıp dökmeden Müslüman’a yakışır şekilde yapılmalı. Onların ekmeklerine yağ sürmeden Müslüman’a yakışır bir şekilde protesto etmeliyiz. Bunu yaparken kırıp dökersek, yakıp yıkarsak, bizde onların ilahlarına söversek, hakaret edersek savunumuzun hiç bir kıymeti kalmaz.

Hak ararken hak gasp edersek, masum halkın evini, arabasını, dükkânını yakarsak; vurursak kırarsak buna hak arama denmez. Hak gasp etme ve terör estirme denir. Bu Müslüman’ın işi olamaz. Bize sövene bizde söversek, bizim değerlerimize sövenlere bizde söversek onlardan ne farkımız kalır. Hele de; dine sövmeyi, kutsala sövmeyi ve hakaret etmeyi protesto ederken, onların durumuna düşmeyi kendimize de reva görürsek oyuna gelmiş ve onların durumuna düşmüş oluruz. Birde onların dini inançları Musevilik ve Hıristiyanlık gibi bizim inancımızın da birer parçasıysa, onları kızıp hakarete kalkarsak kendi kutsalımıza ve kendi inancımıza hakaret etmiş oluruz. Bunu da çok iyi bilmeliyiz.
Evet; protesto da, bir hak aramadır. Bu davranışı protesto edelim. Dini inanç ve kutsallara hakareti eleştirelim. Gerekli hukuki mücadeleyi yapalım. Bunu yaparken oyuna gelmeden, onların durumuna düşmeden, önce kutsalımızı ve inancımızı yaşayıp örnek bir hayatla kendimiz yaşayalım. Kendimizin sahip çıkıp yaşamadığımız inanç ve kutsalımıza başkalarından saygı beklemek abes olur herhalde. Dediğim gibi önce kendimiz sahip çıkıp, yaşamalıyız dinimizi. Bunun içinde öncelikle onu çok iyi öğrenmeliyiz. Bilmediğimiz bir hayat tarzını, bilmediğimiz bir inanç sistemini yaşamamız söz konusu olamaz.

Feyzullah kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey