25 Eylül 2012 Salı

TÜKENİYORUZ TÜKETİRKEN

Yaz aylarında düğünler yapılır ya genellikle her yerde. Bizde de Ramazan ayının Ağustos ayına denk gelmesi sebebiyle biraz düğün ve derneklerde Eylül ayı itibariyle hemen her yerde olduğu gibi, yoğunluk var tabi olarak bizim görev yaptığımız yerde de. Her hafta bir düğün veya sünnet icra ediyoruz. Tamam, anladıkta ‘ne var bunda’ diyorsunuz belki. Haklısınız da, ne var bunda. Asıl söze gelelim o zaman. Düğünlerde dini nikâh işi bize düşüyor haliyle. İki şahitle damadı alıp gittik geçen gün kız evine. Mehir işlerini de görüştürüp bir yere bağladıktan sonra, gelin olacak kızdan başladık ‘falancanın oğlu filanı eş olarak kocalığa kabul ettin mi?’ diye. Sonra da damada ‘falancanın kızını eş olarak zevceliğe kabul ettin mi? diye. Şahitlerin de onayını alıp nikâh duasını ettik. Tam kalkıp gidecekken şahitlerden biri ‘hocam kız tarafı utangaç olur, neden önce damada sormuyorsunuz? diye gayrı ihtiyari bir soru sordu. Bende ‘kadınlar nazik ve kırılgan olur, -niye önce bana sormadılar- demesin gelin kız. Birde yuvayı da dişi kuş yapar. Bakalım yapacak mı yapmayacak mı yuvayı, önce ondan öğrenelim ki; sonra yuvayı yapmazsa yuvasız kalmasınlar diye ondan başladım diyerek’ şakayla karışık o anda işi geçiştirdim. Bundan hareketle bu konuda bir şeyler ifade etmek istiyorum. Aslında evlilik bir elmanın iki yarısı gibidir. Asgari müştereklerde buluşarak, eşit ve birbirini tamamlayan iki ortak parçaların birbirini tamamlamasıdır. Kime sorsan aşağı yukarı böyle tarif eder evliliği. Ancak şunu da ifade etmek lazım; kadın erkek eşittir, eşit nokta da buluşurlar desek de; her ikisinin de konumu ayrıdır. Ne kadını erkeğin yerine, ne de erkeği kadının yerine koyabiliriz. Gelelim asıl soruya; neden hep ilk adımı erkeklerden ya da erkek tarafından bekleriz. Neden hep ilk adımı erkekler atmalıdır. Hz Hatice’nin Peygamberimize ettiği gibi kadınlar etse evlilik teklifini, ilk onlar söylese erkeğe onu sevdiklerini niye olmasın. Filmlerde falan bakarız kız erkek birbirini sever, ancak günlerce erkeğin dilinin çözülmesi beklenir. ‘Hadi söyle artık şunu ne söyleyeceksen’ diye de sitem edilir. Evlilik teklifini hep erkek yapmalıdır. Evlilik ve tanışma, sevgililer günü ve benzeri günlerde hediye veya en azından bir gül ile eve gelmesi hep ondan beklenir. Doğum günü hediyesi hep onlardan beklenir. Aslında kadın çalışmıyor, parayı kazanan erkektir genellikle hediyeyi de o alsın denebilir. Ancak günümüzde bayağı bir çalışan kadın var artık. Çalışmıyorsa da bahçesinde gül yetiştiriyordur mutlaka, illa parayla alınması da gerekmez. Yine kadınlar güzel sözcükleri hep erkeklerden bekler genellikle, ancak kendilerinin böyle sözler söylemesini gereksizmiş gibi görürler. Kendileriyle sohbet edilmesini isterler ama hep onların ilgi alanında kalmak şartıyla. Onların ilgi alanından çıkıldığında ya kızarlar, ya da hemen ‘aman seninle de iki kelime konuşulmuyor ki’ deyip muhabbeti keserler. Oturup TV seyredecek olsak, onların ya belli bir dizisi vardır. Ya da eğlence, evlilik programı gibi izleyecekleri bir programları vardır. Mesela erkekle birlikte; nadiren haber baksalar da, Politik ve siyasi bir tartışmayı, bir açık oturumu birlikte dinleseler olmaz mı? Hiç olmazsa ulusal bir maçı, bir filmi beraber seyretseler olmaz mı? Oturup faydalı bir kitabı birlikte okusalar, özel günlerde sürpriz yapan bir gül ile de olsa, bir güzel söz ile bile olsa kadınlar yapsa olmaz mı? Mesela sabah evden çıkarken kapıya kadar gelip öpücük ve güler yüzle işe yollayıp gözden kayboluncaya kadar pencereden bakıp, akşam dönüşünde de aynı şekilde gözü yolda kalığını hissettirircesine camda yolunu gözleyip, güler yüzle karşılayıp sıcak bir gülümseme ve hoş geldin kocacığım diyerek muhabbetle karşılasa olmaz mı? Tabi erkek de aynı şekilde çekil önümden yoruldum, cirbem çıktı zaten demeden, o da aynı güzellikte karşılık verse olmaz mı? İnsanların dünyası kitabının yazarı Saint EXUPERY; ‘Evlilik iki kişinin birbirinin yüzüne bakması değil, aynı yöne bakmasıdır der. Bu söz, aslında evlilikte eşlerin ortak ilgi alanlarının ve değerlerinin çok olması nispetin de evliliklerdeki uyumun gerçekleşeceğine işaret eder. Kaç defa aynı yöne bakabildik? Aynı yöne bakabilmeyi ne kadar gerçekleştirebildik? Bunun için ne kadar çaba sarf ediyoruz. Yoksa elmanın yarısı tatlı yarısı ekşi de tatlanmayı da hiç aklımızdan bile geçirmiyor muyuz? ‘Güzel bir gülüş karanlık bir eve giren güneş ışığına benzer’ diyor Lev Tolstoy. Onun için insanların yüzleri devamlı gülücüklerle, tebessüm halinde olmalı ki; her yer güneşle dolsun. Her yer huzur ve aydınlık dolsun. Bir erkek olarak bunları bekleyerek dile getirmenin haklılığı yanında şunu da bilmek gerekir. Bir gül, ya da küçük bir hediye, ya da güzel birkaç cümle ile kadınını güldürebilir. Ama aslı önemlisi; Bir kadının dudaklarını değil; gözlerinin içini güldürmektir marifet. Dudaklarını komedisyen ya da soytarı da güldürür. Gözlerini ise sadece yanında bulunmaktan huzur duyup sevdiği adam güldürür. Çinli bir bilge şöyle diyor: ‘1-Ev işlerinde ve zor işlerde sana yardımcı olabilecek ve aynı zamanda iyi bir işi olan bir kadın bulman önemlidir. 2-Esprili, nüktedan ve seni güldürmesini bilen bir kadın bulman önemlidir. 3-Kendisine güvenebileceğin ve sana hiç yalan söylemeyecek bir kadın bulman önemlidir. 4-seninle aşk yapmayı seven bir kadın bulman da önemlidir. 5-Bu dört kadının birbirlerini tanımaları çok daha önemlidir.’ Bu aslında şöyle demektir. Öyle bir kadın bul ki; dört dörtlük olsun. Dört dörtlük olsun tamam da; biz kendimiz dört dörtlük müyüz ki, eş olarak aradığımızda dört dörtlük özellikleri ve hasletleri bekliyoruz. Kim bilir onun istemeyeceği ne huylar vardır bizim üzerimizde de. Günün her saati onun hoşlanmayacağı kim bilir ne işler yapıyoruz veya hoşlanacağı ne işleri yapmıyoruz. Sonra da güldürmek ve mutlu etmek için değil de; kendimizi affettirmek için çiçek veya hediye arıyoruzdur. Karısını öldürüp yeni yaptırdığı evin temeline gömen adama hâkim sormuş ‘neden karını öldürüp temele gömdün’ diye… Adam cevap vermiş ‘Hâkim Bey! Kendisi istedi evi benim üzerime yap diye. Bende evi onun üzerine yapmak için öldürüp temele koydum, yoksa canlıyken koysaydım zaten ölürdü ve ölürken can çekişirdi’ demiş. Bir başka adamın birisi çiçekçi dükkânına girmiş ve çiçeklere uzun uzun baktıktan sonra çiçekçiye; ‘Affedersiniz karıma çiçek alacaktım ama hangi çiçeği alacağıma bir türlü karar veremedim’ demiş. Çiçekçi ise Adama; ‘Siz karınıza karşı hangi haltı yediğinizi bana söyleyin bende size ona göre yardımcı olayım’ demiş… Bizler evleneceğimiz kızda ya da kız isek erkekte hangi özellikleri ararız şöyle bir beynimize soracak olsak; bir çırpıda sayacağımız özellikler şunlar olurdu herhalde. 1-Çok güzel ya da erkekse çok yakışıklı olsun. 2- Çok zengin olsun, erkekse mutlaka güzel ve çok paralı bir işi olsun. 3- Okumuş ve kültürlü olsun. 4- En az bizim kadar dinine diyanetine sadık olsun. 5- Bizi sevsin ve bir dediğimizi iki etmesin. 6- Asla bize yalan söylemesin. Bu kadar kendimizce güzel hasleti bir arada taşıyan birini bulsak, hava da kapar bir daha hiç yere koymayız zaten. Ama o derece iyisini nerde bulacağız. Önemli olan birbirimize karşı hatalarımızı ve kusurlarımızı asgariye indirerek, azami müştereklerde buluşmayı becerebilmektir. Erkeğin de, kadının da; utanma, ar ve hayâ sahibi olması ve bunu davranışlarında da göstermesi güzeldir. Hele de kadın azıcık nazlı ve azıcık da edalı olursa daha alımlı olabilir. Bu da işin tabiatına uygundur. Ancak unutulmaması gereken bir şey var ki; aşırı naz insanı candan bezdirir. Nazı kırmak için diyar diyar peşinden gezdirir. Naz da cilve de kâfi derece de kalmalıdır. Şairi belli olmayıp, iki kıtalık yapısıyla internet sayfalını süsleyen aşağıdaki şiirin ilk uyaklarını değiştirdiğim bir şiiri sözlerimin tam da burasında sizlere sunmak istiyorum. Şiir şöyle diyor: ‘Gönül ile aklı koydum kafese… Biri "DAR" diyor, birisi "KES" diyor. Çırpındıkça kaldım nefes nefese… Biri "YAR" diyor, birisi "PES" diyor. Yüreğim döndükçe döndü ak kora, Sabrım demir aldı, yelkenler fora. Gitmek istiyorum çok uzaklara. Biri "DUR" diyor, birisi "ES " diyor...’ Alıntı Oysa bizler yazı beklerken baharı tüketiyoruz. Havadakini isterken tavadakini başkaları kapıyor. Çoğu zaman baharı yaz uğruna, aşkı ise naz uğruna tüketiyoruz. Nazı gördükçe de papatyaları seviyor sevmiyor diye yolarak fal bakmak uğruna tüketiyoruz. Hey kardeşim senin ve sevdiğinin bilmediğini papatya nerden bilecek, yok mu hakikati söyleyiverecek? Hayat tükeniyor bir hiç uğruna. Bilin artık, budur asıl gerçek. Bir de bakmışız yolun sonu gelecek. Hadi geçmiş olsun. Feyzullah Kırca Akbaşlar Köyü / Dursunbey

20 Eylül 2012 Perşembe

ADAM VARDIR ADAMCIK VARDIR




İnsanlar ne diye böbürlenip durur ki dünya denen şu fani âlemde? Bir damlacık su değil mi toprağa düşüp de doğumlarına sebep olan,  sonunda o toprağa düşen su çekilince kuruyup yine bir toprak çukuruna dökülen. Adam gibi adam olmak, hak yolunun sonuna hak yolunu takip ederek varabilmektir yaratan tarafından bizler için ön görülen.

O halde ne diye bu böbürlenerek kendini beğenmişlikler. Ne diye olduğun gibi görünmeyi bırakıp kendimizi olduğumuzdan farklı lanse etmeye çalışmalar. Ne diye ağaca çıkan çocukların ‘bana bakın bana bakın’ diyerek ağaca çıkmakla bir şey yaptığını göstermeye çalışması gibi kendimizi yüceltmeye çalışmalar.

M. Akif Ersoy iki ayrı beytinde şöyle diyor:
‘Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır…’
‘Aslını gizleyemez insan giydiği kaftanlarla
Bilmez ama kendini kandırır söylediği yalanlarla!..’

Ziya Paşa ise Terkib-i Bent’inde şöyle diyor:
‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.
Kişinin görünür rütbe-i aklı eserinde’

Çevremize şöyle bir baktığımızda; genel olarak iki çeşit insan görebiliriz. Birincisi devamlı çalışan, kendini geliştiren, iş ve eser üreten kişilerdir. İkincisi de; hiçbir şey üretmeden hep hazırdan yiyen ve kendini olduğundan çok farklı gösteren, pastadan en fazla payı götüren kişiler olduğunu görürüz.

Aklımızdan çıkmaması gereken bir şey de; hiç tükenmeyecek servet, hiç sona ermeyecek makam ve mevki yoktur ama kanaat hiç tükenmeyen bir hazinedir. Kanaat edip elimizdeki ile yetinmesini ve çalışıp emeğimizle ve alın terimizle daha fazlasını istemeyi bilmeliyiz. Bunu yaparken de Osmanlı da yaşanan örneklerinden biri olan ve esnafın ‘ben sevtemi yaptım, yan komşum yapmadı, onu da ondan al!’ diyerek başkalarını da düşünmesi gibi başkalını da düşünmesini bilmeliyiz.

Bu dünya da her şey olabilir insan; ancak adam gibi adam, yani yokluğu hissedilen insan olmak çok önemlidir.

Adam vardır; olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olur. Özü birdir, sözü birdir. İçi bir, dışı birdir. Eli pak, dili pak, yüzünde nur, alnında nur, göğsünde onur, insanlara güvenini unmuş, zemzem ırmaklarında yunmuştur.  

Adam vardır; şeker gibi tatlı, kalp incitmemeye dikkatli, bilgili ve işine liyakatlidir. Ahlakını yükselten, oturduğu makama yakışıp makamını yüceltendir. Kederi ve çileyi kadere yoran, bilmediğini okuyup bilenlere soran, haddini bilip sınıra gelince duran, göğsü dolup iman, okuduğu kurandır. Tecrübe abidesi olurken düşse de bitap, yaşadığı her yıl olmuştur yazılası kitap…

Adam vardır; bilir gayret ne demek, niçin çalışıp üretmede değerli emek, niye gerekli helal yemek… Onun işi yalan söylememek ve doğruluğu önemsemektir. İnsanlara yardım etmek, yaşlının ve hastanın ayağına gitmek, fakir fukaraya yardım için bir anda orada bitmek, tütmeyen bir bacaya duman olup tütmek, yolda kalmışa binek olmaya yetmektir. Bilir yaşamak demek, insanlığa faydalı olmak, faydalı bir eser bırakmak demektir.

Adam vardır; insanlara ve diğer canlılara karşı sevgi dolu ırmak gibi, vicdan sahibi, mazluma karşı merhametten kaymak tutar gönlünün dibi. Aldırma boş ver, geç diyemez, aldırır. Düşeni düştüğü yerden kaldırır. Yüzü de sirke satmaz, bir okka bal durur.

Adam vardır; gönül ehlidir, gönüllerde yükselir. Hal bilir, halden bilir, muhabbet bilir, kendisiyle faydalı sohbet edilir. Ağaç çiçek, börtü böcek, yaratılmış ne varsa sevilecek, hepsini Allah için sever.

Adam vardır; nimete de, mihnete de şükürde, her daim rabbine tefekkürdedir.
*
Yine adam vardır; bencil, kar etmez okusa da on iki ayrı İncil. Kar etmez bin bir nasihat içeren tabir, gönlünde dağlar kadar dolmuştur kibir…

Adam vardır; yaşamı cemiyete, yaşadığı semte, ailesine hem de, hatta kendine bile zarar. Ne merhamet, ne şefkat vardır yüreğinde. Görmeye görsün düşenin bir parça et sol küreğinde, kaldırmak şöyle dursun, aç kurt misali saldırır daha gece kararmadan, gündüz süreğinde…

Adam vardır; aklı parada pulda, fikri zulme tuzak kurulacak kulda ve ayağı harama gidilecek yolda. Bulamak zor onda fazilet, erdemin düşmanıyken doluşmuş zillet, fitne dersen zehirli illet, yalan ve iftira konusunda şeytana büyük alet, dirisine güç yetiremeyip ses edemese de, ölüsüne söver millet…

Adam vardır; "benim için çalışıyorlar ya" deyip çaka satar. "Denize düşen yılana sarılır" misali, darda kalıp, kendisine can simidi diye koşana para satıp, faiz yiyerek yan gelip yatar. ‘Para her şeyi yapar’ deyip, para için her şeyi yapar.

Adam vardır; görenler konuşmasına bakmış, abayı yakmış, kıyafetine aldanmış, "adam" sanmıştır… Âlemi kör, herkesi ahmak sanmış, yaptığı iş ile mevkisini de, kendisini de alçalttıkça alçaltmıştır… Hayatı sadece oyun bilmiş, geleceği üstüne kumar oynamış ve kaybetmiş, bitmiş, tükenmiş, bitap düşmüştür. Günü gelince bir toprak çukuru açılıp geldiği yere istemeden düşmüştür.

Adam vardır; hayırsız evlat olduğu için oğlum sen adam olmazsın diyen babasını kaymakam olunca jandarmayla yaka paça ayağına getirtir. Titrer babası önünde tir tir. Adam vardır kaymakam olunca elini öpmek için babasının ayağında kendini bitirtir.

Adam vardır; amir olunca halkı bir merhaba demek için kapısında bekletir. Adam vardır; amir olunca, halkın ayağına gider, kendisine merhaba dedirtir ve çalışıp hizmet üretir…

Evet değerli dostlar biraz da şairlik edelim ve bir kıtalık bir şiire söz edelim:

Bazılarını görürsün de, gerçekten insan sanırsın.
Hâlbuki onlar sadece ortalıkta birer boşluktur.
Yaşıyorlar sanır onlar sadece, niye aldanırsın
Aslında yaşadıkları sadece birer sarhoşluktur.

Yağmur varlık üzerine aynı yoğunlukta yağar
Kimini çamura yuvarlar, kimini tertemiz yıkar
Güneş her varlık üzerine aynı aydınlıkta doğar.
Ama biliriz ki; gül başka kokar, diken başka kokar

Yazımızın başlarında ifade ettiğimiz gibi; bu dünya da her şey olabilir insan; ancak adam gibi adam, yani yokluğu hissedilen insan olmak çok önemlidir. Mehmet Akif Ersoy’un:

‘Hatırlar mısın? Doğduğun zaman, sen ağlardın gülerdi âlem.
Öyle bir yaşam sür ki, mevtin sana hande olsun. Halka matem...’

 Sözünü haklı çıkarırcasına bir hayat yaşayalım. Öyle bir yaşam sürelim ki, biz öldüğümüz de; ölüm bize yeni bir açılış, sonsuz cennet güzelliklerine açılma olsun. Ölüm bize bir gülme ve gülüş olsun. Ölümümüz yokluğumuz hissedileceği için başkalarına matem olsun. Ölmesek bile başka bir yere göç ettiğimiz de, komşularımız sizin gibi bir insanı ve sizin kadar faydalı ve güzel bir komşuyu kaybettiği için üzüntü duyduğunu söylesin. Herkese yaranmak mümkün değildir bu yaratılışın doğası gereğidir. Ancak içinde yaşadığımız halkın geneli itibariyle memnun edebilmeyi başarmayı nasip eylesin.

Mesela; sen gidince yerine er veya geç mutlaka imam gelir ama senin gibi paralı parasız demeden, elinden geldiğince her işimize koşanı zor gelir dedirtebilmeyi nasip eylesin. Def oldu gitti de kurtulduk. Oh be dünya varmış dedirtmediğimiz bir hayatı komşularımızla yaşayan insanlardan olmayı rabbim cümlemize nasip eylesin…

Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey

18 Eylül 2012 Salı

İKİ KİŞİNİN BİLDİĞİ SIR DEĞİL



Hep söylerler ya üç kişinin bildiği sır değildir diye. Benimde bugün aklım bu söze takıldı. Niye üç kişinin bildiği sır değildir. Peki, iki kişi bilirse sır olur mu diye düşündüm kendimce biraz. Düşündüm taşındım, birazda kaşınsam da, iki kişinin bildiği de sır değil kanaatine vardım. Sahi atalarımız "anlatma sırrını dostuna o da söyler dostuna" dememişler mi? Dostunun dostu, onunda dostunun dostu, sonrası kısır döngü; sonsuz döngü demek daha yerin de olur herhalde…

"Üç kişinin bildiği sır değildir" sözü nerden çıktı o zaman diye biraz üzerinde duracak olursak. Bir sırrı iki kişi bilirse sır açığa çıktığında sırrın sahibi diğer kişinin onu ifşa ettiğini anlayabilir. Üç kişi bilirse diğer iki kişiden hangisinin sırrı ifşa ettiğini anlaması zorlaşır. Sırrını iki kişiye birden söyleyerek, ben değil öteki söylemiştir diye yalan söyleme hakkı vermiş olur.

Bir sırrı üç kişi bilirse, o sır ifşa edildiğinde, diğer iki kişi kimin ifşacı olduğunu bilemez ve boşboğaz olan kişi hala hiçbir sırrı açığa vurmamış gibi davranabilir, hatta diğerlerinin üzerine gidebilir. Benjamin Franklin şöyle diyor: "Üç kişi bir sırrı saklayabilir, eğer ikisi ölmüşse". Sadi Şirazi de şöyle diyor: "En zor üç şey vardır: Bir sırrı saklamak, bir yarayı unutmak, boş zamanı iyi kullanmaktır".

İşin başka bir boyutu da bugün bizim yanımızda görünenler yarın en ufak bir meselede karşımıza geçebilir. Aramız açılabilir ve güvenip de söylediğimiz sırrımızı bize kızgınlıklarında dolayı ifşa edebilirler. O yüzden kimsenin yanımızda görünmesine aldanmamak gerekir.  Dost bildiklerimizin karşımıza geçmesi için bir adım, düşmanın olup kuyunu kamaya başlaması için bir lafın yeter.

Birde kendini her dostum dediğimizi dost, her arkadaş dediğimizi arkadaş bellememek lazım. Herkesle iyi geçinmek başka şey, herkesin huyuna ve ahlakına göre farklı muamele etme gereğinin başka şey olduğunu unutmamak lazım. Birde "Söyle bana arkadaşını söyleyeyim sana kim olduğunu," "üzüm üzüme baka kararır" "Dost sanma şanlı vaktinde dost olanı, dost bil gamlı vaktinde elinden tutanı..." gibi atasözlerini hatırımızda tutup dostlarımızı ve arkadaşlarımızı öyle seçmek lazımdır.

Montaigne: "Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur". Napolyon: "Gerçek dostlar yıldızlara benzerler. Karanlık çökünce ilk onlar
gözükürler". Nietzsche: "Güller, laleler, bütün çiçekler solar. Çelik ve demir kırılır ama sağlam dostluk ne solar ne de kırılır. Tam dostluk ise benzer arkadaşlar arasında olur." Balzac: "İyi dostluklar temiz hesaplarla kurulur. Bencillik ise dostluğun zehridir..."

Shakspeare dostluk konusunda şunları söylüyor: "Aklın bağlamadığı dostluğu, akılsızlık kolayca çözebilir". "Denendikten sonra dost edindiklerini bağrına bas, ama her ilk tanıştığınla, hemen el sıkışıp dost olma". "Dost yarası yaraların en derinidir". "Felaket, dost sayısını sıfıra indirir". Felaketler kötü günlerde dost bildiklerimiz yanımızdan uzaklaşabilir. Gerçek dostlar işte böyle zamanlarda kendini belli eder. Dostumuzun ve sevenimizin çok olmasını istememiz doğaldır. Ancak çok dost olmasını istemek bir yana, gerçek dostumuz ve gerçek arkadaşımız olsunlar da sayıları az olsun varsın demek daha yerindedir.

Etrafımızda çok dost olmazsa olmasın,
Yanımızdaki dostlar insan olsun yeter…
Dostum deyip de kuyun kazanlar dolmasın
Dost yarası yaraların hepsinden beter…

Yakınlardan bahsederken eş dost denir ya hani… İşte bu kullanımda bir de dost teriminden önce kullanılan eş tanımı vardır ki;

İşte o eşim dediğin koluna değil,
Göze hoş gelse de, özüne yakışmalı
Öyle geçici bir heves buluna değil,
Hem birlikte nice engelleri aşmalı…

Aşmalı da öyle eşleri her zaman bulmak kolay olmayabilir. En ufak bir sıkıntı da ve istediğinin olmadığı bir durumda zelveyi kırabilir. İşte onun için birde her sırrını karına bile söylemeyeceksin. Onunla bir hayatı paylaşıyoruz, ona güvenmeyeceğim de kime güveneceğim diyerek her sırrını söylersen, günün birinde aranız bozulur gider sırrınızı başkalarına söyleyiverir.

Şimdi bu söylemeye çalıştıklarımızı bir hikâye ile gün yüzüne çıkaralım: Çok arkadaşı ve dostu olmakla övünen bir baba oğluna; "oğlum çok arkadaş tutmak iyi olabilir ama seni yolda bırakmayacak ve seninle sonuna kadar arkadaş ve dost olacak olanlarını seç. Az olsun öz olsun. En güvenebileceğin ve seni herhangi bir durumda yarı yolda bırakmayacak olan arkadaşların varsa sadece onları dost edin ve onlarla sırrını paylaş. Karına bile, gerektiğinden fazla güvenip de sakın seni mahvedecek sırlarını verme" demiş.

Oğlu: "Olur mu baba yahu, onların hepsi benim en güvendiğim arkadaşlarım. Benim senin gibi bir tek arkadaşım mı olsun istiyorsun. Hem ben karıma güvenmeyeceğim de kime güveneceğim’ demiş.

Bunun üzerine babası: "Oğlum madem öyle, git falan keçinin oğlağını getir de keselim" demiş ve getirip kesmişler. Sonra onu bir çuvala koyup ağzını bağlamışlar. Sonra da "oğlum şimdi bunu o güvendiğin arkadaşlarına götür. Onlara bir adam kestim bu çuvala koydum. Bunu birlikte saklayalım de bakalım, o güvendiğin arkadaşlarından kaçı sana yardım edecek" demiş

Götürmüş ve her gitti arkadaşı "benim başıma bela almaya niyetim yok" diyerek kapıyı yüzüne kapatmış. Hiç biri çuvaldaki kesilmiş adam diye söyledikleri oğlağı saklamaya yardımcı olmamış.

Mecburen elinde çuval ile oğlu geri döndüğünde; Babası: "şimdi de git benim az ve yetersiz bulduğun arkadaşıma götür ve ben bir adam kestim ve babam saklamamız için beni sana gönderdi" diye söyle demiş. Gitmiş ve "adam tamam oğlum dostumun ricası başımın üstüne" deyip bahçe de bir çukur kazmışlar. Ve çuvaldaki güya adam olan oğlağı gömmüşler. Adam da kimse kazıldığından ve bir şey gömüldüğünden şüphelenilmesin diye üzerine soğan ekmiş.  

Beş on sene geçmiş üzerinden ve bu konuyla ilgili babasının dostundan tek bir ses dahi çıkmamış. Babası "bak oğlum onca zaman geçti dostum tek sır vermedi. İşte dost dediğin böyle olacak’ demiş. Oğul ise: "En ufak bir yamuğumuzda birilerine söyler" demiş. Babası "Öyle ise git kahve de suratına bir tokat at gel, yine de benim dostumdan ve arkadaşımdan sır çıkmaz demiş" demiş. Oğul gitmiş ve kahvenin ortasında babasının dostuna okkalı bir tokat atmış ve eve doğru yürürken yüzüne tokadı yiyince canı yanan adam arkasından şöyle seslenmiş. "Evlat babana selam söyle, biz bir tokada soğan sökmeyiz" demiş.

Aynı sırrı oğul karısına söylemiş. Daha birkaç gün olmuşken söyleyeli, karısının istemediği bir şey yapıldığı için tartışmışlar ve o kızgınlıkla karısı gitmiş hemen "Kocam şöyle kocam böyle derken, zaten benim kocam adam öldürdü de falan adamın bahçesine gömdüler’ diye söyleyivermiş.

Sonunda mahkemeye düşmüşler. Babasının dostu ona yardım etmekten hapse mahkûm olmuş. Kocası da tam mahkûm olup idam edilecekken, son dileği sorulmuş. Bunun bir eş dost imtihanı olduğunun bilinmesini, gömüdeki cesedin de insan olup olmadığının incelenmesini istiyorum demiş. Bu son istek üzerine çuvaldaki oğlak ölüsü incelenerek, insan değil keçi cinsi olduğu tespit edilerek, mahkemeden beraat etmiş.

Evet, bilemiyorsun kimin gerçek, kimin sahte dost olduğunu. Sadece şahlar hamleleri önceden görüp sezer. Unutmamak gerekir oyun bitince şahların da, piyonların da aynı kutuya konulduğunu…

"Denendikten sonra dost edindiklerini bağrına bas,
Ama her tanıştığınla, hemen el sıkışıp dost olma…"
Hiç arkadaşım yok diyerek üzülme, sakın tutma yas
Küçücük hatalar için de asla dostuna kin dolma…

Rabbim dostumuzu ve düşmanımızı iyi bilen kullarından olmayı nasip eylesin. Hakkımızda her şeyin iyisini ve hayırlısını nasip eylesin. İyi günde de, kötü günde de yanımızda yer alıp, neşemizi ve üzüntümüzü paylaşacak eş, dost ve akrabalar nasip eylesin. Eş uğruna, arkadaş uğruna ölmek kolay; asıl mesele uğruna ölecek arkadaşı bulmaktadır… Rabbim bizlere işte hep onları nasip eylesin…

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

13 Eylül 2012 Perşembe

DÜNYA BİRGÜN O DA BUGÜN


Özlüyorum bir şeyleri ve özledikçe kaybediyorum elimdekileri ve özlemekten başka da bir şey gelmiyor elimden ki; özlerken özlemekten yoruluyorum. Hiçbir yürek özlemi taşıyacak kadar güçlü değildir ki; hiçbir dil özlemi taşıyacak kadar güçlü değildir ki; insan bu yüzden özlediğini özledikçe sessizleşir. Hiçbir toplum güzellikleri kaybettikçe sağlıklı ve umutla bakılacak bir gelecek bulamaz ki; dahası elindeki sahip olduğunu koruma şansı bulamaz.

Onun için insanın kazandığı paraya gıpta ve takdirle bakarken, paranın kazandığı insanlardan hep korkmuşumdur. Korkulmalıdır da gerçekten. İnsan gerçekten insan olup, insanca ve ahlaki davranışlar sergiledikçe ve insanlığına sahip çıktıkça yokluklar içinde kıvranıp açlık ve sefalet çekse de parayı helal yoldan kazanabildiği sürece kullanır. Ancak para insanı kazanmaya başladığı zaman o insanda ne helal kalır, ne hak hukuk kalır. Parayı görünce onu elde etmek için önünde eğilmeler, ters takla atmalar başlar. İnsanlık insanlığını kaybeder, ahlakı dersen bulamazsın elinle gökyüzüne ersen.

Özlenen ve bizden beklenen ahlaki davranışları göstererek melekler derecesine yükselme imkânı bulabilecekken ve Allah’ın izniyle dağlar önümüzde eğilebilecekken, kayalara yalvarmak niye? Toz toprak peşinde koşmak niye. Öne iyilerini koyup arkasına genellikle çürüklerinin yerleştirilmiş olarak hazırlanan pazar tezgâhı gibi ikiyüzlü olmak niye. Görünüşü baya bir adam olup ciğeri beş para etmez olmak niye?

"İnsan vardır fark edilmez süsünden
Kimi faksızdır koyun sürüsünden
Her gördüğüne insan diye kapılma
Hemen anlaşılmaz görüntüsünden" alıntı

Hakikatin adamı olmayı bırakıp, günün adamı olmaya çalışır insanlar. Bilmezler ki; gün değişir ama hakikat değişmez. Hakikat ise gideceğin yeri bilmek, istikameti Allah’ın rızasına çevirip cennete yolculuk etmektir. Gideceğin yeri bilmedikten sonra, rüzgâr dostun olsa neye yarar. Savrulur kalırsın boşlukta. Düşersin rüzgâr dinince, düşer kaybolursun kuşlukta. "Hızlı yaşa çabuk öl" deseler de kanma sakın. Yaşamın da, ölümün de hayırlısını istemek lazım.

Lakin yaşamın ve ölümün hayırlısını isterken sabırlı olmak lazım, paranın kazandığı insan olmayı değil, insanın kazanacağı parayı bulmaya çalışmak lazım. Daha geniş kapsamda şöyle de diyebiliriz; dünyanın kazandığı insan olmayıp, dünyanın yanında ahiretini de kazanan insan olmak lazım. Üç günlük, üç aylık, üç yıllık, velev ki üç asırlık olsun; mutlaka sonu gelip ömür bitince ebedi âleme yolculuğun başlayacağını bilerek insanlığımızın ve yüce yaratıcının bizden istediği dini inancımızın gerektirdiği güzel ahlakımızı kaybetmemek lazımdır. Onun içinde nefsimizin isteklerine karşı dur demeyi bilecek derecede sabırlı olmak lazımdır.  

Ey bende Müslüman’ım, bende Allah’ın kuluyum ve bende Hz Muhammed’in ümmetiyim diyen sevgili kardeşim! Sen sabırlı ol, bu devran dönecektir. Sana yapılan bütün haksızlıkları Mevla’m er ya da geç görecektir. Bu gün bizleri üzseler de, canımızı yakıp dünyamızı karartsalar da, herkesin yaptığının hesabı mutlak sorularak ve adaletle hak ettiklerinin bir tamam verilmesi için sıra onlara da gelecektir…

Sabredebilirsen eğer kötülüğe, sabredebilirsen eğer sana yapılan haksızlıklara, onlar kaybederken sen kazanmış olacaksın. Onlar sana kötülük ve haksızlık ettiğinde sen bu davranışlardan hoşlanmadığını belli edip, sadece kanun önünde hak arayıp, bulamayınca hesabını ve cezasını vermeye kalkmayıp sabrederek sen kazanırken, aslında onlar kötülüklerinde boğulup günahlarını çoğaltarak kaybediyor.

Hatırlayalım Ebü Hüreyre (r.a) rivayeti olan ve peygamberimizin müflis kimdir sorusunu sorup sonra da bu konuda verdiği cevabını: Rasülullah (s.a.s); "Müflis kimdir, biliyor musunuz?" diye sordu. Ashap; "Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir" dediler. Rasülullah (s.a.s) "Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnat ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövmüştür. Bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir" (Müslim, Birr 59, Tirmizî, Kıyamet 2) buyurdular.

Karşımızda o kadar çok maskeli insan var ki; maskenin altındaki insan mı? Yoksa insan kılıklı şeytan mı bilemiyorsun. Maskenin ardında ne var, kim var deyip onları tanımaya kalksak gerçekten başaramayız ve maskelerin ardından çıkan insan kılıklı şeytanları gördükçe hayretler içinde yorgun düşer kalırız. Söze geldi mi mangalda kül bırakmayan, onlardan daha doğrusunu ve dürüstünü bulamayacağını söyleyip, ne kadar kötülük varsa hemencecik hallediverecek kadar maharetlidirler. Ancak ne hikmetse insanlar aman bana bir zararı dokunmasın diye yanlarından geçerken besmele ile geçerler.

Sen yine de insanların sözlerine ehemmiyet ver. Zira ‘ağacın iyisi özünden, adamın iyisi sözünden belli olur’. Zaten maskenin ardındakini de konuştuklarından ya da yaptıkları eylemlerden tanıyıp ayırabilirsin. Şunu da hiçbir zaman unutmayalım ki; Kötülüğe kötülük ve iyiliğe iyilik her kişinin, iyiliğe kötülük şer kişinin ve kötülüğe iyilik er kişinin işidir.

Şayet dikkat edersen onlar senin yüzüne gülüp ardından senin istemediklerini senin hakkında konuşurken günaha girerlerken sen onların sevaplarını kazanıyorsun. O halde doğruları yaptığından ve doğruları söylediğinden eminsen, beni kötüleyip küçük düşürüyorlar diye üzülme; detaylı ve gerçekçi düşünürsen aslında senin kazandığını ve onların kaybettiğinin farkına varacaksın ve hakikati göreceksin. Allah da er veya geç seni temize çıkaracaktır.

Ey mümin kardeşim! Kul hakkı alma üzerine sakın ha, Allah yarına bırakır ama asla yanına bırakmaz. Öyle bir toplum olduk ki; birbirimizi yargılamaktan sevmeye vakit bulamıyoruz.

Özü doğru olanın sözü de doğru olur. İnsanın içindeki neyse dışına da o vurur. Her zaman gerçeği ve doğruyu savun! Anlayan olmaz belki, lakin vicdanına ve yaratanına hesap vermekten kurtulursun. Parayla ve malınla şerefini kazanma ki; paran ve malın mülkün bittiğinde şerefin ve haysiyetin de bitmesin.

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Çünkü işlerine gelmez çoğu insanın doğrular. Öz amcaları ve akrabaları peygamberimizi de kovdular. Ettikleri zulümler sonu hicret etmek zorunda bıraktılar. Bunu aklından hiç çıkarmadan her yerde doğruyu yap ve doğruyu söyle ki; ayağından aşağı çekenler olsa dahi, seni öz yurdundan sürseler dahi güzelliklere yol alırsın. 

"Yay gibi eğri olursan elde tutarlar
Ok gibi doğru olursan seni atarlar…
Yay gibi eğri olursan elde kalırsın
Ok gibi doğru olursan çok yol alırsın" Hz Mevlana

Son ve konuyu bağlayıcı bir söz olarak  "Sevmediklerinize sabretmedikçe; sevdiklerinize kavuşamazsınız." Hadisi şerifi peygamberimizden gelsin. Dünya bir gündür o da bu gündür. Geçmiş geçmişte kaldı. Gelecekse ya gelecek ya gelmeyecek.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

9 Eylül 2012 Pazar

KEŞKE DEMEK FAYDASIZ



İnsanın aklına bazen geçmişten hatıralar gelir ya… Benimde aklıma bugünlerde hep çocukken ah keşke büyük olsaydım. Keşke bir anda büyük adam olsam dediğim günler gelir aklıma. Kendi başıma her şeye karar verebilsem, bir işim olsa, şu okul hayatı bir anca önce bitse, şu askerlik görevinin yüzümün akıyla bittiğini görsem dediğim günler gelir aklıma…

Çocukken yarınlarla ilgili dileklerim vardı. İlk önce hemen büyümek isterdim. Bir saatti ilk almak istediğim, aldım günün birinde. Sonra babamın almadığı, ya da yokluktan alamadığı bisikletimi hemen almaktı hayalim aldım da zaten kullanılmış ve ikinci el de olsa. Okumaktı ve büyük adam olmaktı hedefim. Birkaç yıl ara verdikten sonra; elimden tutan hocalarımın ve tatillerde çalışıp harçlığımı kazanmanın yanında komşularımın da desteğiyle okudum da zaten. Kısa yoldan bir iş sahibi olmaktı hayalim dünyanın en güzel mesleklerinden biri olan görevimi aldım Allah’ımın da yardımıyla. Kendim gibi okumuş ve çocuklarımı iyi yetiştirecek bir eşti hedefim. Okumuş, kültürlü ve lise mezunu değil ama diğer aradığım özellikleri taşıyan birini de buldum rabbime şükür. Araba dedim aldım; iyi kötü bizi götürüyor. Traktör arzum vardı ta çocukluktan kalan özlemim içimdeki; onu da aldım ve kendi küçük işlerimi yapabiliyorum. Kendi evimi yaptırmak derken onu da yaptırmaya devam ediyorum. Tüm bunları Allah’ın izniyle kazanıp elde ederken, en önemli şeyimi kaybettiğinin farkına varıyor insan. O da ömür sermayesi. Kalan ömür ne kadar bilinmez ama kırka dayadığımız merdinin son basamağına çoktan gelmişiz. 

Acaba şimdi ne düşünüyorum diye düşünürüm aynı konularda. Ve şimdi de bunun tam tersini düşündüğümü hatırlarım. Keşke çocuk olup, hayata yeni baştan doğabilmek mümkün olsaydı. Hatalarımdan ve geçmişteki günahlarımdan arınmış olarak, tertemiz ve kirlenmemiş bir insan olarak yepyeni bir kişi olabilseydim. Maalesef böyle bir şey yok. İşlediğimiz her iyi ve güzel şey veya her kötü ve bizi helake sürükleyen şey bizi bırakmadan peşimizden gelecek.

Oysaki hayat çok kısadır bizler için. Dün çocuktuk gençliği ve büyük adam olmayı hedefliyordum. Çocuktuk çabucak büyümeyi istiyordum. Bugün keşke çocuk kalsaydık diyorum. Hayata yeniden ve tertemiz bir sayfayla başlayıp, zamanı dolu dolu yaşasaydım. Boşa geçen zamanı iyi değerlendirip, derslere daha iyi çalışıp, daha iyi yerlere gelseydim. Bulunduğum görevle yetinmeyip, bana bu kadarı da yeter demeyip, daha üst kademelerde görev almaya çalışsaydım.

Doğrularla dolu, mümkün oldukça yanlış ve günahlardan uzak bir hayatı yaşamaya yeniden başlasaydım. Ama artık bunlar için çok geç. Şimdi artık bulunduğum zamanı yaşayıp, kalan ömrü iyilik ve güzelliklerle dolu olarak süsleyip bezemektir bize düşen. Yanlışa düşmeden ve yanlışı savunmadan, Allah’ın nimetlerini yiyip yiyip ona nankörlük etmeden yaşamak olmalı hedefimiz geç kalmadan.

Allah kimseye imanda noksanlık gösterip yanlışı savunacak kadar cahil, doğruyu inkâr edecek ya da görmezden gelecek kadar nankör olmayı nasip etmesin. Bizleri öyle kimselerden olmaktan uzak eylesin.

Paylaşacak dostlarınız ve birlikte yaşacak bir toplumunuz yoksa iyi şeylere çok mala mülke sahip olmanın bir anlamı yoktur. Bilmeliyiz ki; mezar taşımızdır insanoğlundan geriye kalacak olan şey. Unutmamak gerekir hiçbir zaman onu da başkası yaptıracak. Ahiret için önceden hangi güzel ve sevap olan şeyleri gönderebilmek ya da arkadan hala amel defterimizi açık tutacak faydalı eserlerdir hedef. Gerisi yaşansa da kocaman bir yalan. Daha kötüsü de günahların sevk edeceği hiç istemeyeceğimiz cehennem olmaz inşallah.

Şair Pir Sultan Aptal şöyle diyor:
‘Demiri, demirle dövdüler; biri sıcak, biri soğuktu.
İnsanı insanla kırdılar; biri aç, biri toktu…’

Onun için tez elden rabbim akıl ve vicdanlarımızı başa alarak, geç olmadan malı mülkü kazanırken, harcarken, haram ve helale dikkat edelim. Yoksulu görüp gözetelim. Kendi elimin emeğiyle kazandım, dilediğim gibi harcarım demeyip; Allah yolunda Allah’ın nasip ettiği dünya nimetlerini Allah yolunda harcamaktan çekinmeyelim. Bilelim ki; asıl yetimler anadan ve babadan yoksun olanlar değildir. Akıl ve vicdan gibi insanın hazinesi diyebileceğimiz erdemlerden yoksun olması ya da onları kullanamamasıdır… 

Her gün içkinin şişesine 70 lira, sigaranın paketine yaklaşık 10 lira veren ve günde birer paketle de yetinmediği halde ‘Ailesi bot ve ayakkabı alamadığı için okula terlikle giden öğrencilerin olduğu bir ülkede, umre turu düzenleyenlerin ruh sağlığından endişe ediyorum’ diyen sinema sanatçısı geldi birden aklıma. Yılbaşı gecelerinde kesilen hindi ve çamları görmezden gelip, kurban bayramında Allah rızası için kesilen kurbanların yaşam hakkını savunan aklı ve vicdanı duhule uğramış insanlar geldi aklıma. Onlardan olmamak gerekir. Allah’ı ve peygamberini unutmamak gerekir.

Ve şu soruyu sormak gerekir. Acaba bu Ebu Cehil zihniyetli insanlar nereye yürüdüğünü sanıyor? Bırak liseyi, üç üniversite bitirse, doçent, doktor, profesör olsa nereden gelip nereye gittiğini bilmedikten sonra, kimin kulu olduğunu ve kimin nimetlerini yediğini bilmedikten sonra, şeytanın ve şeytani işlerin değirmenine su taşıdıktan sonra ne söylese boştur. Ne anlatsa yalandır. Kendisine faydası olmayanın bildiği bilgi, kazandığı malı mülkünün sonu talandır. Âşık Veysel de bunu şöyle ifade ediyor bir dörtlüğünde:

‘Aldanma cahilin kuru lafına
Kültürsüz insanın külü yalandır
Hükmetse dünyanın her tarafına
Arzusu, hedefi, yolu yalandır…’ Âşık Veysel

Onun için ahireti istemek lazım. Dünya ve ahiret saadetini ikisini birlikte istemek lazım. Biri yoksun olursa; ikisinden biri koparılırsa diğerinden bilinenler bilinmemiş olur. Hayatın sonunda ölünce, bizi sevip değer veren yüce yaratıcının sevgisinden emin olunmamış olur. Fatiha suresinde ‘yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım dileriz’ (Fatiha Suresi 5.ayet) deyişimiz hava da kalır. Sonunu hesap etmediğimiz ve bizi nereye sürükleyeceğini bilmediğimiz yollara girmeyip, her bizi sevdiğini söyleyip bizi kendi istediği yollara yürütmek isteyenlerin söylediklerine kendimizi sorgusuz sualsiz teslim etmemeliyiz. Nefsimize hoş gelse de, gözümüze güzel, gönlümüze alımlı ve kalımlı gelse de, keyfimize keyif verse de bizi nereye götürecegini bilmediğimiz arzu ve emellerimizin peşine düşmemeliyiz.

Bir kimse bilmiyorsa ne istediğini,
Hem seni ziyan eder, hem kendini
Dibini görmediğin suya dalmadığın gibi,
Emin olmadığın sevgiye teslim etme kendini… Mevlana

O halde kiminle gezdiğinize ve kiminle arkadaşlık ettiğimize dikkat etmeliyiz. Çünkü bülbül güle, karga çöplüğe götürür.

Sevilmek için daha çok sevmek gerekir. Şefkat istediğin zaman daha çok şefkatli olmak gerekir. Saygı beklediğin zaman insanlardan daha çok saygılı olmak gerekir. Sabırlı davranılsın istiyorsan sabırlı davranmayı öğrenmek gerekir. Hakkına hukukuna riayet edilsin istiyorsan, daha çok haddini aşmadan hukukuna sahip çıkabilirsin. Başkasının hakkına tecavüz ettiğin yerde özgürlüğümüz bitmiştir bilmemiz gerekir.

Hayatın genel kuralını yansıtan Ayeti kerime de yüce Allah: Şüphesiz ki; Allah iyiliği, adaleti ve yakın akrabaya bakmayı emreder. Kötülüğü, hayâsızlığı ve haddi aşmayı yasak eder. (Nahl Suresi 90.Ayet) buyurmaktadır.

Allah haddini aşmayan, insanlara iyilik eden, hak yolunda uygun adım yürüyen kullarından olmayı bizlere nasip eylesin. Paranın kazandığı insanlardan değil, hak yolunda kullanmak için parayı kazanan insanlardan olmayı rabbim cümlemize nasip eylesin.


Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey

4 Eylül 2012 Salı

NE MUTLU TÜRK'ÜM

 
Bilmem ne gazetesine konuşan falan partinin falanca milletvekili, falanca yerdeki  'Ne Mutlu Türküm Diyene' yazılı tabelayı anlamsız buluyorum dedi.  
***
Aynı gazetenin ve belki de diğerlerinin haberine göre ismi lazım değil milletvekili şöyle devam etmiş: "Benim dedelerim Sarıkamış ve Çanakkale savaşlarında şehit oldu. Biz Diyarbakır'ın yerli ailesiyiz. Kürtler ve Diyarbakırlılar bu ülkenin asli unsurudur. Ama Kürdüm diyen bir insanın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım diyerek kendisini öteki görmemesi lazım. Bir mimar olarak Diyarbakır Valiliği önündeki karpuzu hiç sevmiyorum. Batıda Diyarbakır denildiği zaman akla maalesef karpuz ve terör geliyor. Anadolu’nun ilk İslam kenti olan bir yerin, karpuzla anılması açıkçası zoruma gidiyor. Karpuzun altındaki o amblemleri beğenmiyorum. ‘Ne Mutlu Türk’üm’ yerine bence ‘Ne mutlu Türkiyeliyim’ demek daha doğru bir şey" demiş.
***
Bir başka iddiaya göre ise Diyarbakır belediyesi tabelayı kaldırmak istiyormuş. O da yine haberin içeriğine göre şöyle cereyan etmiş: "Bu arada Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi de resmi tören güzergâhı üzerinde bulunan ve 1980 askeri darbesi sonrasında asılan tabelayı demir parçalar düştüğü gerekçesiyle kaldırmak istiyor. Tabelanın kaldırılması için Diyarbakır Valiliği'nden izin istediklerini belirten Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Abdullah Sevinç, henüz izin alamadıklarını valilikten onay gelmesi halinde tabelayı kaldıracaklarını belirtti."
***
Bilinçsizce ve Türklüğün gereğini yerine getirmediğin sürece kurur kuru istediğin kadar laf söyle, dağlara isteğin kadar önemli ve değer ifade eden yazılar yaz. Hepsi hava da kalır. Her anlamlı ve değerli sözün içinin doldurulması lazımdır.

Mesela Atatürk ‘ne mutlu Türküm diyene’ dediği gibi; istikbal göklerdedir’ de demiş ama el âlemin ülkesi uçak ve helikopter yaparken, uzun menzilli füze yaparken, insansız casus aracı yaparken ve daha da önemlisi aya uydu fırlatırken, astronot gönderirken bizde Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘istikbal göklerdedir’ sözünü levhalara yazıyorduk. Buradan söylenen sözü eleştirdiğim varsayımı çıkarmayın kesinlikle, o sözün içeriğini dolduramadık, o sözün gereğini yapamadık 80 yıllar boyunca, onu anlatmak istiyorum. 
***
Türk gibi hareket edemedikten sonra, Türk gibi çalışmadıktan sonra, Türk sözcüğünün içeriğini yaşantınla dolduramadıktan sonra istediğin kadar Türklüğün ne kadar önemli bir ırk olduğunu vs söyle dur. İstediğin kadar övün dur. Önemli olan Türklüğü yaşantı ve ahlakınla, çalışkanlığınla, dürüstlüğünle, güvenilirliğinle bunu ortaya koymaktır. Milli gurur, milli birlik beraberlikten dem vururken, o birlik ve beraberliğin insanların birbirine güvenmesi ve birbirini sevmesi ile olur. 
***
Bu sevgi de farklı olduklarını, farklı düşündüklerini söyleyen insanların birbirini anlamaya çalışması ve birbirlerine saygı duyması ile olur. Etnik kimlikleri ön plana çıkararak değil de; Amerika Birleşik Devletlerindeki Amerikalılık bilinci gibi Türkiyelilik bilinci etrafında birleşilerek daha kolay sağlanabilir. 
***
Ya da çatışmayı ve ayrışmayı hızlandırmak için muhataba bir tokat atarsın. O da sana daha kuvvetli bir tokat atar. Kardeş kardeşe birbirimizi kırarız. Ya da ilk tokadı bizden biri atmaz ise bize dışarıda düşman çoktur. Biri karanlıkta bizim yerimize kardeşimize bizim adımıza o tokadı atar. O da bize karşılık verir. Yine birbirimizi kırarız. Toplarıyla tüfekleriyle yapamadıklarını kendi elimizle kendimize yaptırırlar. Karşıya geçip sonra da seyrimize bakarlar. Böl parçala yönet, bizden başkası güçsüz olsun canıma minnet, taktiği ile çalışır zaten onlar dediğinizi duyar gibiyim. 
***
O halde nedir bu kavga, Türk, Laz, Çerkez, Arap, Kürt, Abaza, Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Şii, Sünni, Alevi neyse ne. Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil miyiz?
Neden birlikten kuvvet doğar deyip birlikte bu bilinçle hareket edemeyiz. Laik anti laik diye yıllarca birbirimizi yedik ve bunu yıllarca darbe sebebi saydık. Kürt meselesi kapsamında doğuda askerlik yapanları ve terörün kışkırtıldığı yılları anlattıklarında, Türkiye’nin güvenliğini sağlamakla görevli emniyet güçleri bunları nasıl yapar diye insan beynini yiyecek. Neyse geçelim bunlar zaten artık büyük medyada da yazılır söylenir oldu. Artık bunlar bilinmeyen yönler bilinir, gizli eylemler aşikâr oldu. 
***
Din deyince oradan birileri fırlıyor hemen. Dinle devleti karıştırmayalım. İyi de kardeşim devlet kanunlar çerçevesinde dindar kesime gerekli dini yaşantısını sağlaması gerek. Sağlamıyorsa onları yok sayıyor demektir bu. Onlar da haklı olarak kendilerini ve vazgeçemeyecekleri dini inancına göre yaşayacağı bir ortamı aramak zorunda kalıyor. Senin dinsizliğin veya kendine göre yaşam isteğin her neyse o kabul edilsin yaşansın, ötekiler ne yaparsa yapsın. Sonra da ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ iyi de kardeşim bu ülke asırlardır hem Türk Hem Müslüman olarak yaşamış. İslam’ın bayraktarlığını ve koruyuculuğunu yapmış. Ve hala bu ülkenin yüzde doksan dokuzu Müslüman olarak ifade edilmektedir. Velev ki yüzde ellisi veya daha azı olsun. Onlarında hakları gözetilmesi lazım değil mi? 
***
— Olmaz efendim. Benim izin verdiğim kadar Müslüman, benim izin verdiğim kadar şu, benim izin verdiğim kadar bu, vs… Benden olmayan birileri gelirse de kendimi onlara yönettirmem. Hadi ya… Sandığa senin elin oy atıyordu da, ötekilerinkiler armut mu topluyordu. İşine gelince vatandaşlıktan bahsediyorsun. İşine gelince Türklükten bahsediyorsun. İşine gelince demokrasi gelmeyince ‘ben yaptım oldu’ diyorsun. 
***
Bakın işte başta bahsettiğim konunun altına yazılmış ve benim size söylediklerimi ortaya koyan bir yorum: 
***
‘Din ile milliyeti karıştırmamak gerek. Bizi Türk, Alman, Fransız veya bir başka kimlikle yaratan yüce Allah değil mi? Her can kendi dinine en doğru şekli ile sahiplenmeli ve ölçüsü tüm yaratılmışlara insanca davranmak olmalı. Ben Türküm ve Müslüman’ım. Türklüğüme karşı çıkanlar benim yönetenim olmaz. Kazara başa gelseler de yüce Türk Milleti bir gün geldikleri gibi gitmelerini de sağlayacaktır. Dünyanın hiç bir ülkesinde kendi milletini hiçe sayan bir zihniyet olmamıştır ve olamaz. Olanlar da ya aldatılmışlar, ya kandırılmışlar, ya da sinsice bir devleti yıkmak adına yukarılara tırmanmışlardır. Lütfen bunun farkına varalım ve kimliğimize sahip çıkalım. Ben Almanya Devletinde görevliyim. Alman Devletine zarar verecek bir tutum içine girmem, beni yetiştiren Türkiye Cumhuriyeti Devletime de asla nankörlük etmem. Her vatandaş, yaşadığı ülkenin kurallarına uymak, o devletin kimliğine saygı duymak zorundadır. Bu her şeyden önce vatandaşlık ve insanlık görevidir. 
''Ne mutlu Türküm diyene!'' Mustafa Kemal Atatürk’
***
Aynı odada veya aynı bina da aynı işi yapan eşit seviyedeki iki memur veya iki işçi bile birbirlerine üstünlük tahakküm etmeye başladığında araları açılıyor. Arkadaşlık ve dostlukları bozuluyor. Vatandaşız diyoruz, eşit sevideyiz diyoruz, aynı haklara sahibiz diyoruz ama uygulama da farklılık arzu ediyoruz. Herkes kendisine ayrıcalık istiyor. Ötekinin haklarını kısıtlamaya kalkıyor. Y ada belki de öyle olduğunu iddia ediyor. Öyleyse vazgeçmeli, değilse öyle olmadığını ifade ederek uygulamada da ortaya koymalıyız. 
***
Sözü bağlayacak olursak; biz Osmanlı, biz Selçuklu vs imparatorluklarımız gibi dönemlerdeki gibi her yönden güçlü ve adaletle yönetebilsek tekrar ülkemizi, Türkçe dünya dili olur. Türk dünyaya ABD gibi isteğini yaptırır. Ama lafla peynir gemisi yürümüyor ve hiç bir zamanda yürümedi. Biz Türk’üz diye her dakika avazımızın çıktığı kadar bağırsak ne olacak. İstihbaratlar vs bizim Türk olduğumuzu bildikleri için bölmeye ve parçalamaya çalışıyorlar ki; amaç Türkler tekrar eski gücüne ulaşmasın. Her tarafa 'ne mutlu türküm diyene' yazmak ve söylemek tek başına bunları engellemiyor. 
***
Türk olmanın gereğini yapmak gerek. Ama biz öyle bir hale geldik ki; her şeyin sahtesini yapıyoruz. Ürettiğimiz malzemeden nasıl çalarız onun peşindeyiz. İktidar olduğumuzda milleti nasıl uyuturuz da cebimizi doldururuz, nasıl kısa yoldan haram helal demeden köşeyi dönerizin peşine düşüyoruz. 
***
Sonra da ‘Ne mutlu Türküm Diyene!’ ve ‘İstikbal göklerdedir, ‘Türk övün çalış güven’ ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ sözlerini söyleyen Mustafa Kemal ATATÜRK’ün sözlerini dilimize doluyoruz. Afişlerimize yazıyoruz. Hadi oradan derler adama. 
***
Rahat uyu atam birileri farlı lanse etse de, birileri hala eski alışkanlarını bahane göstererek ayağının altına diken döşese de Türkiye uyanıyor. Birileri hala içerden ve dışardan ayağına kurşun sıksa da artık yıkılmıyor ve yarasını sarıp yoluna yürümeye devam ediyor. Allah yolumuzu açık etsin. Beynimize akıl, açılan yaralarımıza em, ayağımıza güç versin. 

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey