25 Eylül 2012 Salı
TÜKENİYORUZ TÜKETİRKEN
Yaz aylarında düğünler yapılır ya genellikle her yerde. Bizde de Ramazan ayının Ağustos ayına denk gelmesi sebebiyle biraz düğün ve derneklerde Eylül ayı itibariyle hemen her yerde olduğu gibi, yoğunluk var tabi olarak bizim görev yaptığımız yerde de. Her hafta bir düğün veya sünnet icra ediyoruz.
Tamam, anladıkta ‘ne var bunda’ diyorsunuz belki. Haklısınız da, ne var bunda. Asıl söze gelelim o zaman. Düğünlerde dini nikâh işi bize düşüyor haliyle. İki şahitle damadı alıp gittik geçen gün kız evine. Mehir işlerini de görüştürüp bir yere bağladıktan sonra, gelin olacak kızdan başladık ‘falancanın oğlu filanı eş olarak kocalığa kabul ettin mi?’ diye. Sonra da damada ‘falancanın kızını eş olarak zevceliğe kabul ettin mi? diye. Şahitlerin de onayını alıp nikâh duasını ettik.
Tam kalkıp gidecekken şahitlerden biri ‘hocam kız tarafı utangaç olur, neden önce damada sormuyorsunuz? diye gayrı ihtiyari bir soru sordu. Bende ‘kadınlar nazik ve kırılgan olur, -niye önce bana sormadılar- demesin gelin kız. Birde yuvayı da dişi kuş yapar. Bakalım yapacak mı yapmayacak mı yuvayı, önce ondan öğrenelim ki; sonra yuvayı yapmazsa yuvasız kalmasınlar diye ondan başladım diyerek’ şakayla karışık o anda işi geçiştirdim.
Bundan hareketle bu konuda bir şeyler ifade etmek istiyorum. Aslında evlilik bir elmanın iki yarısı gibidir. Asgari müştereklerde buluşarak, eşit ve birbirini tamamlayan iki ortak parçaların birbirini tamamlamasıdır. Kime sorsan aşağı yukarı böyle tarif eder evliliği. Ancak şunu da ifade etmek lazım; kadın erkek eşittir, eşit nokta da buluşurlar desek de; her ikisinin de konumu ayrıdır. Ne kadını erkeğin yerine, ne de erkeği kadının yerine koyabiliriz.
Gelelim asıl soruya; neden hep ilk adımı erkeklerden ya da erkek tarafından bekleriz. Neden hep ilk adımı erkekler atmalıdır. Hz Hatice’nin Peygamberimize ettiği gibi kadınlar etse evlilik teklifini, ilk onlar söylese erkeğe onu sevdiklerini niye olmasın. Filmlerde falan bakarız kız erkek birbirini sever, ancak günlerce erkeğin dilinin çözülmesi beklenir. ‘Hadi söyle artık şunu ne söyleyeceksen’ diye de sitem edilir.
Evlilik teklifini hep erkek yapmalıdır. Evlilik ve tanışma, sevgililer günü ve benzeri günlerde hediye veya en azından bir gül ile eve gelmesi hep ondan beklenir. Doğum günü hediyesi hep onlardan beklenir. Aslında kadın çalışmıyor, parayı kazanan erkektir genellikle hediyeyi de o alsın denebilir. Ancak günümüzde bayağı bir çalışan kadın var artık. Çalışmıyorsa da bahçesinde gül yetiştiriyordur mutlaka, illa parayla alınması da gerekmez.
Yine kadınlar güzel sözcükleri hep erkeklerden bekler genellikle, ancak kendilerinin böyle sözler söylemesini gereksizmiş gibi görürler. Kendileriyle sohbet edilmesini isterler ama hep onların ilgi alanında kalmak şartıyla. Onların ilgi alanından çıkıldığında ya kızarlar, ya da hemen ‘aman seninle de iki kelime konuşulmuyor ki’ deyip muhabbeti keserler.
Oturup TV seyredecek olsak, onların ya belli bir dizisi vardır. Ya da eğlence, evlilik programı gibi izleyecekleri bir programları vardır. Mesela erkekle birlikte; nadiren haber baksalar da,
Politik ve siyasi bir tartışmayı, bir açık oturumu birlikte dinleseler olmaz mı? Hiç olmazsa ulusal bir maçı, bir filmi beraber seyretseler olmaz mı? Oturup faydalı bir kitabı birlikte okusalar, özel günlerde sürpriz yapan bir gül ile de olsa, bir güzel söz ile bile olsa kadınlar yapsa olmaz mı?
Mesela sabah evden çıkarken kapıya kadar gelip öpücük ve güler yüzle işe yollayıp gözden kayboluncaya kadar pencereden bakıp, akşam dönüşünde de aynı şekilde gözü yolda kalığını hissettirircesine camda yolunu gözleyip, güler yüzle karşılayıp sıcak bir gülümseme ve hoş geldin kocacığım diyerek muhabbetle karşılasa olmaz mı? Tabi erkek de aynı şekilde çekil önümden yoruldum, cirbem çıktı zaten demeden, o da aynı güzellikte karşılık verse olmaz mı?
İnsanların dünyası kitabının yazarı Saint EXUPERY; ‘Evlilik iki kişinin birbirinin yüzüne bakması değil, aynı yöne bakmasıdır der. Bu söz, aslında evlilikte eşlerin ortak ilgi alanlarının ve değerlerinin çok olması nispetin de evliliklerdeki uyumun gerçekleşeceğine işaret eder. Kaç defa aynı yöne bakabildik? Aynı yöne bakabilmeyi ne kadar gerçekleştirebildik? Bunun için ne kadar çaba sarf ediyoruz. Yoksa elmanın yarısı tatlı yarısı ekşi de tatlanmayı da hiç aklımızdan bile geçirmiyor muyuz?
‘Güzel bir gülüş karanlık bir eve giren güneş ışığına benzer’ diyor Lev Tolstoy. Onun için insanların yüzleri devamlı gülücüklerle, tebessüm halinde olmalı ki; her yer güneşle dolsun. Her yer huzur ve aydınlık dolsun.
Bir erkek olarak bunları bekleyerek dile getirmenin haklılığı yanında şunu da bilmek gerekir. Bir gül, ya da küçük bir hediye, ya da güzel birkaç cümle ile kadınını güldürebilir. Ama aslı önemlisi; Bir kadının dudaklarını değil; gözlerinin içini güldürmektir marifet. Dudaklarını komedisyen ya da soytarı da güldürür. Gözlerini ise sadece yanında bulunmaktan huzur duyup sevdiği adam güldürür.
Çinli bir bilge şöyle diyor: ‘1-Ev işlerinde ve zor işlerde sana yardımcı olabilecek ve aynı zamanda iyi bir işi olan bir kadın bulman önemlidir. 2-Esprili, nüktedan ve seni güldürmesini bilen bir kadın bulman önemlidir. 3-Kendisine güvenebileceğin ve sana hiç yalan söylemeyecek bir kadın bulman önemlidir. 4-seninle aşk yapmayı seven bir kadın bulman da önemlidir. 5-Bu dört kadının birbirlerini tanımaları çok daha önemlidir.’ Bu aslında şöyle demektir. Öyle bir kadın bul ki; dört dörtlük olsun.
Dört dörtlük olsun tamam da; biz kendimiz dört dörtlük müyüz ki, eş olarak aradığımızda dört dörtlük özellikleri ve hasletleri bekliyoruz. Kim bilir onun istemeyeceği ne huylar vardır bizim üzerimizde de. Günün her saati onun hoşlanmayacağı kim bilir ne işler yapıyoruz veya hoşlanacağı ne işleri yapmıyoruz. Sonra da güldürmek ve mutlu etmek için değil de; kendimizi affettirmek için çiçek veya hediye arıyoruzdur.
Karısını öldürüp yeni yaptırdığı evin temeline gömen adama hâkim sormuş ‘neden karını öldürüp temele gömdün’ diye… Adam cevap vermiş ‘Hâkim Bey! Kendisi istedi evi benim üzerime yap diye. Bende evi onun üzerine yapmak için öldürüp temele koydum, yoksa canlıyken koysaydım zaten ölürdü ve ölürken can çekişirdi’ demiş.
Bir başka adamın birisi çiçekçi dükkânına girmiş ve çiçeklere uzun uzun baktıktan sonra çiçekçiye; ‘Affedersiniz karıma çiçek alacaktım ama hangi çiçeği alacağıma bir türlü karar veremedim’ demiş. Çiçekçi ise Adama; ‘Siz karınıza karşı hangi haltı yediğinizi bana söyleyin bende size ona göre yardımcı olayım’ demiş…
Bizler evleneceğimiz kızda ya da kız isek erkekte hangi özellikleri ararız şöyle bir beynimize soracak olsak; bir çırpıda sayacağımız özellikler şunlar olurdu herhalde. 1-Çok güzel ya da erkekse çok yakışıklı olsun. 2- Çok zengin olsun, erkekse mutlaka güzel ve çok paralı bir işi olsun. 3- Okumuş ve kültürlü olsun. 4- En az bizim kadar dinine diyanetine sadık olsun. 5- Bizi sevsin ve bir dediğimizi iki etmesin. 6- Asla bize yalan söylemesin. Bu kadar kendimizce güzel hasleti bir arada taşıyan birini bulsak, hava da kapar bir daha hiç yere koymayız zaten. Ama o derece iyisini nerde bulacağız. Önemli olan birbirimize karşı hatalarımızı ve kusurlarımızı asgariye indirerek, azami müştereklerde buluşmayı becerebilmektir.
Erkeğin de, kadının da; utanma, ar ve hayâ sahibi olması ve bunu davranışlarında da göstermesi güzeldir. Hele de kadın azıcık nazlı ve azıcık da edalı olursa daha alımlı olabilir. Bu da işin tabiatına uygundur. Ancak unutulmaması gereken bir şey var ki; aşırı naz insanı candan bezdirir. Nazı kırmak için diyar diyar peşinden gezdirir. Naz da cilve de kâfi derece de kalmalıdır.
Şairi belli olmayıp, iki kıtalık yapısıyla internet sayfalını süsleyen aşağıdaki şiirin ilk uyaklarını değiştirdiğim bir şiiri sözlerimin tam da burasında sizlere sunmak istiyorum. Şiir şöyle diyor:
‘Gönül ile aklı koydum kafese…
Biri "DAR" diyor, birisi "KES" diyor.
Çırpındıkça kaldım nefes nefese…
Biri "YAR" diyor, birisi "PES" diyor.
Yüreğim döndükçe döndü ak kora,
Sabrım demir aldı, yelkenler fora.
Gitmek istiyorum çok uzaklara.
Biri "DUR" diyor, birisi "ES " diyor...’ Alıntı
Oysa bizler yazı beklerken baharı tüketiyoruz. Havadakini isterken tavadakini başkaları kapıyor. Çoğu zaman baharı yaz uğruna, aşkı ise naz uğruna tüketiyoruz. Nazı gördükçe de papatyaları seviyor sevmiyor diye yolarak fal bakmak uğruna tüketiyoruz. Hey kardeşim senin ve sevdiğinin bilmediğini papatya nerden bilecek, yok mu hakikati söyleyiverecek? Hayat tükeniyor bir hiç uğruna. Bilin artık, budur asıl gerçek. Bir de bakmışız yolun sonu gelecek. Hadi geçmiş olsun.
Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey
20 Eylül 2012 Perşembe
ADAM VARDIR ADAMCIK VARDIR
İnsanlar ne diye böbürlenip durur ki dünya denen şu fani
âlemde? Bir damlacık su değil mi toprağa düşüp de doğumlarına sebep olan, sonunda o toprağa düşen su çekilince kuruyup
yine bir toprak çukuruna dökülen. Adam gibi adam olmak, hak yolunun sonuna hak
yolunu takip ederek varabilmektir yaratan tarafından bizler için ön görülen.
O halde ne diye bu böbürlenerek kendini beğenmişlikler. Ne
diye olduğun gibi görünmeyi bırakıp kendimizi olduğumuzdan farklı lanse etmeye
çalışmalar. Ne diye ağaca çıkan çocukların ‘bana bakın bana bakın’ diyerek
ağaca çıkmakla bir şey yaptığını göstermeye çalışması gibi kendimizi yüceltmeye
çalışmalar.
M. Akif Ersoy iki ayrı beytinde şöyle diyor:
‘Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır…’
‘Aslını gizleyemez insan giydiği kaftanlarla
Bilmez ama kendini kandırır söylediği yalanlarla!..’
Ziya Paşa ise Terkib-i Bent’inde şöyle diyor:
‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.
Kişinin görünür rütbe-i aklı eserinde’
Çevremize şöyle bir baktığımızda; genel olarak iki çeşit
insan görebiliriz. Birincisi devamlı çalışan, kendini geliştiren, iş ve eser
üreten kişilerdir. İkincisi de; hiçbir şey üretmeden hep hazırdan yiyen ve
kendini olduğundan çok farklı gösteren, pastadan en fazla payı götüren kişiler
olduğunu görürüz.
Aklımızdan çıkmaması gereken bir şey de; hiç tükenmeyecek
servet, hiç sona ermeyecek makam ve mevki yoktur ama kanaat hiç tükenmeyen bir
hazinedir. Kanaat edip elimizdeki ile yetinmesini ve çalışıp emeğimizle ve alın
terimizle daha fazlasını istemeyi bilmeliyiz. Bunu yaparken de Osmanlı da
yaşanan örneklerinden biri olan ve esnafın ‘ben sevtemi yaptım, yan komşum
yapmadı, onu da ondan al!’ diyerek başkalarını da düşünmesi gibi başkalını da düşünmesini
bilmeliyiz.
Bu dünya da her şey olabilir insan; ancak adam gibi adam,
yani yokluğu hissedilen insan olmak çok önemlidir.
Adam vardır; olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olur. Özü
birdir, sözü birdir. İçi bir, dışı birdir. Eli pak, dili pak, yüzünde nur,
alnında nur, göğsünde onur, insanlara güvenini unmuş, zemzem ırmaklarında
yunmuştur.
Adam vardır; şeker gibi tatlı, kalp incitmemeye dikkatli,
bilgili ve işine liyakatlidir. Ahlakını yükselten, oturduğu makama yakışıp
makamını yüceltendir. Kederi ve çileyi kadere yoran, bilmediğini okuyup
bilenlere soran, haddini bilip sınıra gelince duran, göğsü dolup iman, okuduğu
kurandır. Tecrübe abidesi olurken düşse de bitap, yaşadığı her yıl olmuştur
yazılası kitap…
Adam vardır; bilir gayret ne demek, niçin çalışıp üretmede
değerli emek, niye gerekli helal yemek… Onun işi yalan söylememek ve doğruluğu
önemsemektir. İnsanlara yardım etmek, yaşlının ve hastanın ayağına gitmek, fakir fukaraya yardım
için bir anda orada bitmek, tütmeyen bir bacaya duman olup tütmek, yolda
kalmışa binek olmaya yetmektir. Bilir yaşamak demek, insanlığa faydalı olmak,
faydalı bir eser bırakmak demektir.
Adam vardır; insanlara ve diğer canlılara karşı sevgi dolu ırmak
gibi, vicdan sahibi, mazluma karşı merhametten kaymak tutar gönlünün dibi.
Aldırma boş ver, geç diyemez, aldırır. Düşeni düştüğü yerden kaldırır. Yüzü de
sirke satmaz, bir okka bal durur.
Adam vardır; gönül ehlidir, gönüllerde yükselir. Hal bilir,
halden bilir, muhabbet bilir, kendisiyle faydalı sohbet edilir. Ağaç çiçek,
börtü böcek, yaratılmış ne varsa sevilecek, hepsini Allah için sever.
Adam vardır; nimete de, mihnete de şükürde, her daim rabbine
tefekkürdedir.
*
Yine adam vardır; bencil, kar etmez okusa da on iki ayrı
İncil. Kar etmez bin bir nasihat içeren tabir, gönlünde dağlar kadar dolmuştur
kibir…
Adam vardır; yaşamı cemiyete, yaşadığı semte, ailesine hem
de, hatta kendine bile zarar. Ne merhamet, ne şefkat vardır yüreğinde. Görmeye
görsün düşenin bir parça et sol küreğinde, kaldırmak şöyle dursun, aç kurt misali
saldırır daha gece kararmadan, gündüz süreğinde…
Adam vardır; aklı parada pulda, fikri zulme tuzak kurulacak
kulda ve ayağı harama gidilecek yolda. Bulamak zor onda fazilet, erdemin
düşmanıyken doluşmuş zillet, fitne dersen zehirli illet, yalan ve iftira
konusunda şeytana büyük alet, dirisine güç yetiremeyip ses edemese de, ölüsüne
söver millet…
Adam vardır; "benim için çalışıyorlar ya" deyip çaka satar. "Denize düşen yılana sarılır" misali, darda kalıp, kendisine can simidi diye koşana para satıp, faiz yiyerek yan gelip yatar. ‘Para her şeyi yapar’ deyip, para için her şeyi yapar.
Adam vardır; görenler konuşmasına bakmış, abayı yakmış, kıyafetine
aldanmış, "adam" sanmıştır… Âlemi kör, herkesi ahmak sanmış, yaptığı
iş ile mevkisini de, kendisini de alçalttıkça alçaltmıştır… Hayatı sadece oyun
bilmiş, geleceği üstüne kumar oynamış ve kaybetmiş, bitmiş, tükenmiş, bitap
düşmüştür. Günü gelince bir toprak çukuru açılıp geldiği yere istemeden
düşmüştür.
Adam vardır; hayırsız evlat olduğu için oğlum sen adam
olmazsın diyen babasını kaymakam olunca jandarmayla yaka paça ayağına getirtir.
Titrer babası önünde tir tir. Adam vardır kaymakam olunca elini öpmek için
babasının ayağında kendini bitirtir.
Adam vardır; amir olunca halkı bir merhaba demek için
kapısında bekletir. Adam vardır; amir olunca, halkın ayağına gider, kendisine
merhaba dedirtir ve çalışıp hizmet üretir…
Evet değerli dostlar biraz da şairlik edelim ve bir kıtalık bir şiire söz edelim:
Evet değerli dostlar biraz da şairlik edelim ve bir kıtalık bir şiire söz edelim:
Bazılarını görürsün de, gerçekten insan sanırsın.
Hâlbuki onlar sadece ortalıkta birer boşluktur.
Yaşıyorlar sanır onlar sadece, niye aldanırsın
Aslında yaşadıkları sadece birer sarhoşluktur.
Yağmur varlık üzerine aynı yoğunlukta yağar
Kimini çamura yuvarlar, kimini tertemiz yıkar
Güneş her varlık üzerine aynı aydınlıkta doğar.
Ama biliriz ki; gül başka kokar, diken başka kokar
Yazımızın başlarında ifade ettiğimiz gibi; bu dünya da her
şey olabilir insan; ancak adam gibi adam, yani yokluğu hissedilen insan olmak
çok önemlidir. Mehmet Akif Ersoy’un:
‘Hatırlar mısın? Doğduğun zaman, sen ağlardın gülerdi âlem.
Öyle bir yaşam sür ki, mevtin sana hande olsun. Halka
matem...’
Sözünü haklı
çıkarırcasına bir hayat yaşayalım. Öyle bir yaşam sürelim ki, biz öldüğümüz de;
ölüm bize yeni bir açılış, sonsuz cennet güzelliklerine açılma
olsun. Ölüm bize bir gülme ve gülüş olsun. Ölümümüz yokluğumuz
hissedileceği için başkalarına matem olsun. Ölmesek bile başka bir yere göç
ettiğimiz de, komşularımız sizin gibi bir insanı ve sizin kadar faydalı ve
güzel bir komşuyu kaybettiği için üzüntü duyduğunu söylesin. Herkese yaranmak
mümkün değildir bu yaratılışın doğası gereğidir. Ancak içinde yaşadığımız
halkın geneli itibariyle memnun edebilmeyi başarmayı nasip eylesin.
Mesela; sen gidince yerine er veya geç mutlaka imam gelir
ama senin gibi paralı parasız demeden, elinden geldiğince her işimize koşanı
zor gelir dedirtebilmeyi nasip eylesin. Def oldu gitti de kurtulduk. Oh be
dünya varmış dedirtmediğimiz bir hayatı komşularımızla yaşayan insanlardan olmayı
rabbim cümlemize nasip eylesin…
Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey
18 Eylül 2012 Salı
İKİ KİŞİNİN BİLDİĞİ SIR DEĞİL
Hep söylerler ya üç kişinin bildiği sır değildir diye.
Benimde bugün aklım bu söze takıldı. Niye üç kişinin bildiği sır değildir.
Peki, iki kişi bilirse sır olur mu diye düşündüm kendimce biraz. Düşündüm
taşındım, birazda kaşınsam da, iki kişinin bildiği de sır değil kanaatine
vardım. Sahi atalarımız "anlatma sırrını dostuna o da söyler dostuna"
dememişler mi? Dostunun dostu, onunda dostunun dostu, sonrası kısır döngü;
sonsuz döngü demek daha yerin de olur herhalde…
"Üç kişinin bildiği sır değildir" sözü nerden çıktı o zaman diye biraz üzerinde duracak olursak. Bir sırrı iki kişi bilirse sır açığa çıktığında sırrın sahibi diğer kişinin onu ifşa ettiğini anlayabilir. Üç kişi bilirse diğer iki kişiden hangisinin sırrı ifşa ettiğini anlaması zorlaşır. Sırrını iki kişiye birden söyleyerek, ben değil öteki söylemiştir diye yalan söyleme hakkı vermiş olur.
Bir sırrı üç kişi bilirse, o sır ifşa edildiğinde, diğer iki kişi kimin ifşacı olduğunu bilemez ve boşboğaz olan kişi hala hiçbir sırrı açığa vurmamış gibi davranabilir, hatta diğerlerinin üzerine gidebilir. Benjamin Franklin şöyle diyor: "Üç kişi bir sırrı saklayabilir, eğer ikisi ölmüşse". Sadi Şirazi de şöyle diyor: "En zor üç şey vardır: Bir sırrı saklamak, bir yarayı unutmak, boş zamanı iyi kullanmaktır".
İşin başka bir boyutu da bugün bizim yanımızda görünenler
yarın en ufak bir meselede karşımıza geçebilir. Aramız açılabilir ve güvenip de
söylediğimiz sırrımızı bize kızgınlıklarında dolayı ifşa edebilirler. O yüzden
kimsenin yanımızda görünmesine aldanmamak gerekir. Dost bildiklerimizin karşımıza geçmesi için
bir adım, düşmanın olup kuyunu kamaya başlaması için bir lafın yeter.
Birde kendini her dostum dediğimizi dost, her arkadaş
dediğimizi arkadaş bellememek lazım. Herkesle iyi geçinmek başka şey, herkesin
huyuna ve ahlakına göre farklı muamele etme gereğinin başka şey olduğunu
unutmamak lazım. Birde "Söyle bana arkadaşını söyleyeyim sana kim
olduğunu," "üzüm üzüme baka kararır" "Dost sanma şanlı
vaktinde dost olanı, dost bil gamlı vaktinde elinden tutanı..." gibi atasözlerini
hatırımızda tutup dostlarımızı ve arkadaşlarımızı öyle seçmek lazımdır.
Montaigne: "Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir
ucundan bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur". Napolyon: "Gerçek
dostlar yıldızlara benzerler. Karanlık çökünce ilk onlar
gözükürler". Nietzsche: "Güller, laleler, bütün çiçekler solar. Çelik ve demir kırılır ama sağlam dostluk ne solar ne de kırılır. Tam dostluk ise benzer arkadaşlar arasında olur." Balzac: "İyi dostluklar temiz hesaplarla kurulur. Bencillik ise dostluğun zehridir..."
gözükürler". Nietzsche: "Güller, laleler, bütün çiçekler solar. Çelik ve demir kırılır ama sağlam dostluk ne solar ne de kırılır. Tam dostluk ise benzer arkadaşlar arasında olur." Balzac: "İyi dostluklar temiz hesaplarla kurulur. Bencillik ise dostluğun zehridir..."
Shakspeare dostluk konusunda şunları söylüyor: "Aklın
bağlamadığı dostluğu, akılsızlık kolayca çözebilir". "Denendikten
sonra dost edindiklerini bağrına bas, ama her ilk tanıştığınla, hemen el
sıkışıp dost olma". "Dost yarası yaraların en derinidir". "Felaket,
dost sayısını sıfıra indirir". Felaketler kötü günlerde dost bildiklerimiz
yanımızdan uzaklaşabilir. Gerçek dostlar işte böyle zamanlarda kendini belli
eder. Dostumuzun ve sevenimizin çok olmasını istememiz doğaldır. Ancak çok dost
olmasını istemek bir yana, gerçek dostumuz ve gerçek arkadaşımız olsunlar da
sayıları az olsun varsın demek daha yerindedir.
Etrafımızda çok dost olmazsa olmasın,
Yanımızdaki dostlar insan olsun yeter…
Dostum deyip de kuyun kazanlar dolmasın
Dost yarası yaraların hepsinden beter…
Yakınlardan bahsederken eş dost denir ya hani… İşte bu
kullanımda bir de dost teriminden önce kullanılan eş tanımı vardır ki;
İşte o eşim dediğin koluna değil,
Göze hoş gelse de, özüne yakışmalı
Öyle geçici bir heves buluna değil,
Hem birlikte nice engelleri aşmalı…
Aşmalı da öyle eşleri her zaman bulmak kolay olmayabilir. En
ufak bir sıkıntı da ve istediğinin olmadığı bir durumda zelveyi kırabilir. İşte
onun için birde her sırrını karına bile söylemeyeceksin. Onunla bir hayatı
paylaşıyoruz, ona güvenmeyeceğim de kime güveneceğim diyerek her sırrını
söylersen, günün birinde aranız bozulur gider sırrınızı başkalarına
söyleyiverir.
Şimdi bu söylemeye çalıştıklarımızı bir hikâye ile gün
yüzüne çıkaralım: Çok arkadaşı ve dostu olmakla övünen bir baba oğluna;
"oğlum çok arkadaş tutmak iyi olabilir ama seni yolda bırakmayacak ve
seninle sonuna kadar arkadaş ve dost olacak olanlarını seç. Az olsun öz olsun.
En güvenebileceğin ve seni herhangi bir durumda yarı yolda bırakmayacak olan
arkadaşların varsa sadece onları dost edin ve onlarla sırrını paylaş. Karına
bile, gerektiğinden fazla güvenip de sakın seni mahvedecek sırlarını
verme" demiş.
Oğlu: "Olur mu baba yahu, onların hepsi benim en
güvendiğim arkadaşlarım. Benim senin gibi bir tek arkadaşım mı olsun
istiyorsun. Hem ben karıma güvenmeyeceğim de kime güveneceğim’ demiş.
Bunun üzerine babası: "Oğlum madem öyle, git falan
keçinin oğlağını getir de keselim" demiş ve getirip kesmişler. Sonra onu
bir çuvala koyup ağzını bağlamışlar. Sonra da "oğlum şimdi bunu o
güvendiğin arkadaşlarına götür. Onlara bir adam kestim bu çuvala koydum. Bunu
birlikte saklayalım de bakalım, o güvendiğin arkadaşlarından kaçı sana yardım
edecek" demiş
Götürmüş ve her gitti arkadaşı "benim başıma bela
almaya niyetim yok" diyerek kapıyı yüzüne kapatmış. Hiç biri çuvaldaki
kesilmiş adam diye söyledikleri oğlağı saklamaya yardımcı olmamış.
Mecburen elinde çuval ile oğlu geri döndüğünde; Babası:
"şimdi de git benim az ve yetersiz bulduğun arkadaşıma götür ve ben bir
adam kestim ve babam saklamamız için beni sana gönderdi" diye söyle demiş.
Gitmiş ve "adam tamam oğlum dostumun ricası başımın üstüne" deyip
bahçe de bir çukur kazmışlar. Ve çuvaldaki güya adam olan oğlağı gömmüşler.
Adam da kimse kazıldığından ve bir şey gömüldüğünden şüphelenilmesin diye üzerine
soğan ekmiş.
Beş on sene geçmiş üzerinden ve bu konuyla ilgili babasının
dostundan tek bir ses dahi çıkmamış. Babası "bak oğlum onca zaman geçti
dostum tek sır vermedi. İşte dost dediğin böyle olacak’ demiş. Oğul ise:
"En ufak bir yamuğumuzda birilerine söyler" demiş. Babası "Öyle
ise git kahve de suratına bir tokat at gel, yine de benim dostumdan ve
arkadaşımdan sır çıkmaz demiş" demiş. Oğul gitmiş ve kahvenin ortasında
babasının dostuna okkalı bir tokat atmış ve eve doğru yürürken yüzüne tokadı
yiyince canı yanan adam arkasından şöyle seslenmiş. "Evlat babana selam
söyle, biz bir tokada soğan sökmeyiz" demiş.
Aynı sırrı oğul karısına söylemiş. Daha birkaç gün olmuşken
söyleyeli, karısının istemediği bir şey yapıldığı için tartışmışlar ve o
kızgınlıkla karısı gitmiş hemen "Kocam şöyle kocam böyle derken, zaten
benim kocam adam öldürdü de falan adamın bahçesine gömdüler’ diye söyleyivermiş.
Sonunda mahkemeye düşmüşler. Babasının dostu ona yardım
etmekten hapse mahkûm olmuş. Kocası da tam mahkûm olup idam edilecekken, son
dileği sorulmuş. Bunun bir eş dost imtihanı olduğunun bilinmesini, gömüdeki
cesedin de insan olup olmadığının incelenmesini istiyorum demiş. Bu son istek üzerine
çuvaldaki oğlak ölüsü incelenerek, insan değil keçi cinsi olduğu tespit
edilerek, mahkemeden beraat etmiş.
Evet, bilemiyorsun kimin gerçek, kimin sahte dost olduğunu.
Sadece şahlar hamleleri önceden görüp sezer. Unutmamak gerekir oyun bitince
şahların da, piyonların da aynı kutuya konulduğunu…
"Denendikten sonra dost edindiklerini bağrına bas,
Ama her tanıştığınla, hemen el sıkışıp dost olma…"
Hiç arkadaşım yok diyerek üzülme, sakın tutma yas
Küçücük hatalar için de asla dostuna kin dolma…
Rabbim dostumuzu ve düşmanımızı iyi bilen kullarından olmayı
nasip eylesin. Hakkımızda her şeyin iyisini ve hayırlısını nasip eylesin. İyi
günde de, kötü günde de yanımızda yer alıp, neşemizi ve üzüntümüzü paylaşacak
eş, dost ve akrabalar nasip eylesin. Eş uğruna, arkadaş uğruna ölmek kolay;
asıl mesele uğruna ölecek arkadaşı bulmaktadır… Rabbim bizlere işte hep onları
nasip eylesin…
Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey
13 Eylül 2012 Perşembe
DÜNYA BİRGÜN O DA BUGÜN
Özlüyorum bir şeyleri ve özledikçe kaybediyorum elimdekileri ve özlemekten başka da bir şey gelmiyor elimden ki; özlerken özlemekten yoruluyorum. Hiçbir yürek özlemi taşıyacak kadar güçlü değildir ki; hiçbir dil özlemi taşıyacak kadar güçlü değildir ki; insan bu yüzden özlediğini özledikçe sessizleşir. Hiçbir toplum güzellikleri kaybettikçe sağlıklı ve umutla bakılacak bir gelecek bulamaz ki; dahası elindeki sahip olduğunu koruma şansı bulamaz.
Onun için insanın kazandığı paraya gıpta ve
takdirle bakarken, paranın kazandığı insanlardan hep korkmuşumdur.
Korkulmalıdır da gerçekten. İnsan gerçekten insan olup, insanca ve
ahlaki davranışlar sergiledikçe ve insanlığına sahip çıktıkça yokluklar
içinde kıvranıp açlık ve sefalet çekse de parayı helal yoldan
kazanabildiği sürece kullanır. Ancak para insanı kazanmaya başladığı
zaman o insanda ne helal kalır, ne hak hukuk kalır. Parayı görünce onu
elde etmek için önünde eğilmeler, ters takla atmalar başlar. İnsanlık
insanlığını kaybeder, ahlakı dersen bulamazsın elinle gökyüzüne ersen.
Özlenen ve bizden beklenen ahlaki davranışları
göstererek melekler derecesine yükselme imkânı bulabilecekken ve
Allah’ın izniyle dağlar önümüzde eğilebilecekken, kayalara yalvarmak
niye? Toz toprak peşinde koşmak niye. Öne iyilerini koyup arkasına
genellikle çürüklerinin yerleştirilmiş olarak hazırlanan pazar tezgâhı
gibi ikiyüzlü olmak niye. Görünüşü baya bir adam olup ciğeri beş para
etmez olmak niye?
"İnsan vardır fark edilmez süsünden
Kimi faksızdır koyun sürüsünden
Her gördüğüne insan diye kapılma
Hemen anlaşılmaz görüntüsünden" alıntı
Kimi faksızdır koyun sürüsünden
Her gördüğüne insan diye kapılma
Hemen anlaşılmaz görüntüsünden" alıntı
Hakikatin adamı olmayı bırakıp, günün adamı olmaya
çalışır insanlar. Bilmezler ki; gün değişir ama hakikat değişmez.
Hakikat ise gideceğin yeri bilmek, istikameti Allah’ın rızasına çevirip
cennete yolculuk etmektir. Gideceğin yeri bilmedikten sonra, rüzgâr
dostun olsa neye yarar. Savrulur kalırsın boşlukta. Düşersin rüzgâr
dinince, düşer kaybolursun kuşlukta. "Hızlı yaşa çabuk öl" deseler de
kanma sakın. Yaşamın da, ölümün de hayırlısını istemek lazım.
Lakin yaşamın ve ölümün hayırlısını isterken
sabırlı olmak lazım, paranın kazandığı insan olmayı değil, insanın
kazanacağı parayı bulmaya çalışmak lazım. Daha geniş kapsamda şöyle de
diyebiliriz; dünyanın kazandığı insan olmayıp, dünyanın yanında
ahiretini de kazanan insan olmak lazım. Üç günlük, üç aylık, üç yıllık,
velev ki üç asırlık olsun; mutlaka sonu gelip ömür bitince ebedi âleme
yolculuğun başlayacağını bilerek insanlığımızın ve yüce yaratıcının
bizden istediği dini inancımızın gerektirdiği güzel ahlakımızı
kaybetmemek lazımdır. Onun içinde nefsimizin isteklerine karşı dur
demeyi bilecek derecede sabırlı olmak lazımdır.
Ey bende Müslüman’ım, bende Allah’ın kuluyum ve
bende Hz Muhammed’in ümmetiyim diyen sevgili kardeşim! Sen sabırlı ol,
bu devran dönecektir. Sana yapılan bütün haksızlıkları Mevla’m er ya da
geç görecektir. Bu gün bizleri üzseler de, canımızı yakıp dünyamızı
karartsalar da, herkesin yaptığının hesabı mutlak sorularak ve adaletle
hak ettiklerinin bir tamam verilmesi için sıra onlara da gelecektir…
Sabredebilirsen eğer kötülüğe, sabredebilirsen eğer
sana yapılan haksızlıklara, onlar kaybederken sen kazanmış olacaksın.
Onlar sana kötülük ve haksızlık ettiğinde sen bu davranışlardan
hoşlanmadığını belli edip, sadece kanun önünde hak arayıp, bulamayınca
hesabını ve cezasını vermeye kalkmayıp sabrederek sen kazanırken,
aslında onlar kötülüklerinde boğulup günahlarını çoğaltarak kaybediyor.
Hatırlayalım Ebü Hüreyre (r.a) rivayeti olan ve
peygamberimizin müflis kimdir sorusunu sorup sonra da bu konuda verdiği
cevabını: Rasülullah (s.a.s); "Müflis kimdir, biliyor musunuz?" diye
sordu. Ashap; "Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir"
dediler. Rasülullah (s.a.s) "Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü
namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnat
ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu
dövmüştür. Bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve
üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin
günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir" (Müslim, Birr 59, Tirmizî, Kıyamet 2) buyurdular.
Karşımızda o kadar çok maskeli insan var ki;
maskenin altındaki insan mı? Yoksa insan kılıklı şeytan mı bilemiyorsun.
Maskenin ardında ne var, kim var deyip onları tanımaya kalksak
gerçekten başaramayız ve maskelerin ardından çıkan insan kılıklı
şeytanları gördükçe hayretler içinde yorgun düşer kalırız. Söze geldi mi
mangalda kül bırakmayan, onlardan daha doğrusunu ve dürüstünü
bulamayacağını söyleyip, ne kadar kötülük varsa hemencecik
hallediverecek kadar maharetlidirler. Ancak ne hikmetse insanlar aman
bana bir zararı dokunmasın diye yanlarından geçerken besmele ile
geçerler.
Sen yine de insanların sözlerine ehemmiyet ver.
Zira ‘ağacın iyisi özünden, adamın iyisi sözünden belli olur’. Zaten
maskenin ardındakini de konuştuklarından ya da yaptıkları eylemlerden
tanıyıp ayırabilirsin. Şunu da hiçbir zaman unutmayalım ki; Kötülüğe
kötülük ve iyiliğe iyilik her kişinin, iyiliğe kötülük şer kişinin ve
kötülüğe iyilik er kişinin işidir.
Şayet dikkat edersen onlar senin yüzüne gülüp
ardından senin istemediklerini senin hakkında konuşurken günaha
girerlerken sen onların sevaplarını kazanıyorsun. O halde doğruları
yaptığından ve doğruları söylediğinden eminsen, beni kötüleyip küçük
düşürüyorlar diye üzülme; detaylı ve gerçekçi düşünürsen aslında senin
kazandığını ve onların kaybettiğinin farkına varacaksın ve hakikati
göreceksin. Allah da er veya geç seni temize çıkaracaktır.
Ey mümin kardeşim! Kul hakkı alma üzerine sakın ha,
Allah yarına bırakır ama asla yanına bırakmaz. Öyle bir toplum olduk
ki; birbirimizi yargılamaktan sevmeye vakit bulamıyoruz.
Özü doğru olanın sözü de doğru olur. İnsanın
içindeki neyse dışına da o vurur. Her zaman gerçeği ve doğruyu savun!
Anlayan olmaz belki, lakin vicdanına ve yaratanına hesap vermekten
kurtulursun. Parayla ve malınla şerefini kazanma ki; paran ve malın
mülkün bittiğinde şerefin ve haysiyetin de bitmesin.
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. Çünkü
işlerine gelmez çoğu insanın doğrular. Öz amcaları ve akrabaları
peygamberimizi de kovdular. Ettikleri zulümler sonu hicret etmek zorunda
bıraktılar. Bunu aklından hiç çıkarmadan her yerde doğruyu yap ve
doğruyu söyle ki; ayağından aşağı çekenler olsa dahi, seni öz yurdundan
sürseler dahi güzelliklere yol alırsın.
"Yay gibi eğri olursan elde tutarlar
Ok gibi doğru olursan seni atarlar…
Yay gibi eğri olursan elde kalırsın
Ok gibi doğru olursan çok yol alırsın" Hz Mevlana
Ok gibi doğru olursan seni atarlar…
Yay gibi eğri olursan elde kalırsın
Ok gibi doğru olursan çok yol alırsın" Hz Mevlana
Son ve konuyu bağlayıcı bir söz olarak "Sevmediklerinize
sabretmedikçe; sevdiklerinize kavuşamazsınız." Hadisi şerifi
peygamberimizden gelsin. Dünya bir gündür o da bu gündür. Geçmiş
geçmişte kaldı. Gelecekse ya gelecek ya gelmeyecek.
Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey
Akbaşlar Köyü / Dursunbey
9 Eylül 2012 Pazar
KEŞKE DEMEK FAYDASIZ
İnsanın aklına bazen geçmişten hatıralar gelir ya… Benimde
aklıma bugünlerde hep çocukken ah keşke büyük olsaydım. Keşke bir anda büyük
adam olsam dediğim günler gelir aklıma. Kendi başıma her şeye karar verebilsem,
bir işim olsa, şu okul hayatı bir anca önce bitse, şu askerlik görevinin
yüzümün akıyla bittiğini görsem dediğim günler gelir aklıma…
Çocukken yarınlarla ilgili dileklerim vardı. İlk önce hemen
büyümek isterdim. Bir saatti ilk almak istediğim, aldım günün birinde. Sonra babamın
almadığı, ya da yokluktan alamadığı bisikletimi hemen almaktı hayalim aldım da
zaten kullanılmış ve ikinci el de olsa. Okumaktı ve büyük adam olmaktı hedefim.
Birkaç yıl ara verdikten sonra; elimden tutan hocalarımın ve tatillerde çalışıp
harçlığımı kazanmanın yanında komşularımın da desteğiyle okudum da zaten. Kısa
yoldan bir iş sahibi olmaktı hayalim dünyanın en güzel mesleklerinden biri olan
görevimi aldım Allah’ımın da yardımıyla. Kendim gibi okumuş ve çocuklarımı iyi
yetiştirecek bir eşti hedefim. Okumuş, kültürlü ve lise mezunu değil ama diğer
aradığım özellikleri taşıyan birini de buldum rabbime şükür. Araba dedim aldım;
iyi kötü bizi götürüyor. Traktör arzum vardı ta çocukluktan kalan özlemim
içimdeki; onu da aldım ve kendi küçük işlerimi yapabiliyorum. Kendi evimi
yaptırmak derken onu da yaptırmaya devam ediyorum. Tüm bunları Allah’ın izniyle
kazanıp elde ederken, en önemli şeyimi kaybettiğinin farkına varıyor insan. O
da ömür sermayesi. Kalan ömür ne kadar bilinmez ama kırka dayadığımız merdinin
son basamağına çoktan gelmişiz.
Acaba şimdi ne düşünüyorum diye düşünürüm aynı konularda. Ve
şimdi de bunun tam tersini düşündüğümü hatırlarım. Keşke çocuk olup, hayata
yeni baştan doğabilmek mümkün olsaydı. Hatalarımdan ve geçmişteki günahlarımdan
arınmış olarak, tertemiz ve kirlenmemiş bir insan olarak yepyeni bir kişi
olabilseydim. Maalesef böyle bir şey yok. İşlediğimiz her iyi ve güzel şey veya
her kötü ve bizi helake sürükleyen şey bizi bırakmadan peşimizden gelecek.
Oysaki hayat çok kısadır bizler için. Dün çocuktuk gençliği
ve büyük adam olmayı hedefliyordum. Çocuktuk çabucak büyümeyi istiyordum. Bugün
keşke çocuk kalsaydık diyorum. Hayata yeniden ve tertemiz bir sayfayla
başlayıp, zamanı dolu dolu yaşasaydım. Boşa geçen zamanı iyi değerlendirip,
derslere daha iyi çalışıp, daha iyi yerlere gelseydim. Bulunduğum görevle
yetinmeyip, bana bu kadarı da yeter demeyip, daha üst kademelerde görev almaya
çalışsaydım.
Doğrularla dolu, mümkün oldukça yanlış ve günahlardan uzak
bir hayatı yaşamaya yeniden başlasaydım. Ama artık bunlar için çok geç. Şimdi
artık bulunduğum zamanı yaşayıp, kalan ömrü iyilik ve güzelliklerle dolu olarak
süsleyip bezemektir bize düşen. Yanlışa düşmeden ve yanlışı savunmadan,
Allah’ın nimetlerini yiyip yiyip ona nankörlük etmeden yaşamak olmalı hedefimiz
geç kalmadan.
Allah kimseye imanda noksanlık gösterip yanlışı savunacak
kadar cahil, doğruyu inkâr edecek ya da görmezden gelecek kadar nankör olmayı
nasip etmesin. Bizleri öyle kimselerden olmaktan uzak eylesin.
Paylaşacak dostlarınız ve birlikte yaşacak bir toplumunuz
yoksa iyi şeylere çok mala mülke sahip olmanın bir anlamı yoktur. Bilmeliyiz
ki; mezar taşımızdır insanoğlundan geriye kalacak olan şey. Unutmamak gerekir
hiçbir zaman onu da başkası yaptıracak. Ahiret için önceden hangi güzel ve
sevap olan şeyleri gönderebilmek ya da arkadan hala amel defterimizi açık
tutacak faydalı eserlerdir hedef. Gerisi yaşansa da kocaman bir yalan. Daha
kötüsü de günahların sevk edeceği hiç istemeyeceğimiz cehennem olmaz inşallah.
Şair Pir Sultan Aptal şöyle diyor:
‘Demiri, demirle dövdüler; biri sıcak, biri soğuktu.
İnsanı insanla kırdılar; biri aç, biri toktu…’
Onun için tez elden rabbim akıl ve vicdanlarımızı başa
alarak, geç olmadan malı mülkü kazanırken, harcarken, haram ve helale dikkat
edelim. Yoksulu görüp gözetelim. Kendi elimin emeğiyle kazandım, dilediğim gibi
harcarım demeyip; Allah yolunda Allah’ın nasip ettiği dünya nimetlerini Allah
yolunda harcamaktan çekinmeyelim. Bilelim ki; asıl yetimler anadan ve babadan yoksun
olanlar değildir. Akıl ve vicdan gibi insanın hazinesi diyebileceğimiz
erdemlerden yoksun olması ya da onları kullanamamasıdır…
Her gün içkinin şişesine 70 lira, sigaranın paketine
yaklaşık 10 lira veren ve günde birer paketle de yetinmediği halde ‘Ailesi bot
ve ayakkabı alamadığı için okula terlikle giden öğrencilerin olduğu bir ülkede,
umre turu düzenleyenlerin ruh sağlığından endişe ediyorum’ diyen sinema
sanatçısı geldi birden aklıma. Yılbaşı gecelerinde kesilen hindi ve çamları
görmezden gelip, kurban bayramında Allah rızası için kesilen kurbanların yaşam
hakkını savunan aklı ve vicdanı duhule uğramış insanlar geldi aklıma. Onlardan
olmamak gerekir. Allah’ı ve peygamberini unutmamak gerekir.
Ve şu soruyu sormak gerekir. Acaba bu Ebu Cehil zihniyetli
insanlar nereye yürüdüğünü sanıyor? Bırak liseyi, üç üniversite bitirse,
doçent, doktor, profesör olsa nereden gelip nereye gittiğini bilmedikten sonra,
kimin kulu olduğunu ve kimin nimetlerini yediğini bilmedikten sonra, şeytanın
ve şeytani işlerin değirmenine su taşıdıktan sonra ne söylese boştur. Ne
anlatsa yalandır. Kendisine faydası olmayanın bildiği bilgi, kazandığı malı
mülkünün sonu talandır. Âşık Veysel de bunu şöyle ifade ediyor bir dörtlüğünde:
‘Aldanma cahilin kuru lafına
Kültürsüz insanın külü yalandır
Hükmetse dünyanın her tarafına
Arzusu, hedefi, yolu yalandır…’ Âşık Veysel
Onun için ahireti istemek lazım. Dünya ve ahiret saadetini
ikisini birlikte istemek lazım. Biri yoksun olursa; ikisinden biri koparılırsa
diğerinden bilinenler bilinmemiş olur. Hayatın sonunda ölünce, bizi sevip değer
veren yüce yaratıcının sevgisinden emin olunmamış olur. Fatiha suresinde
‘yalnız sana ibadet eder yalnız senden yardım dileriz’ (Fatiha Suresi 5.ayet)
deyişimiz hava da kalır. Sonunu hesap etmediğimiz ve bizi nereye
sürükleyeceğini bilmediğimiz yollara girmeyip, her bizi sevdiğini söyleyip bizi
kendi istediği yollara yürütmek isteyenlerin söylediklerine kendimizi sorgusuz
sualsiz teslim etmemeliyiz. Nefsimize hoş gelse de, gözümüze güzel, gönlümüze alımlı
ve kalımlı gelse de, keyfimize keyif verse de bizi nereye götürecegini
bilmediğimiz arzu ve emellerimizin peşine düşmemeliyiz.
Bir kimse bilmiyorsa ne istediğini,
Hem seni ziyan eder, hem kendini
Dibini görmediğin suya dalmadığın gibi,
Emin olmadığın sevgiye teslim etme kendini… Mevlana
O halde kiminle gezdiğinize ve kiminle arkadaşlık ettiğimize
dikkat etmeliyiz. Çünkü bülbül güle, karga çöplüğe götürür.
Sevilmek için daha çok sevmek gerekir. Şefkat istediğin
zaman daha çok şefkatli olmak gerekir. Saygı beklediğin zaman insanlardan daha
çok saygılı olmak gerekir. Sabırlı davranılsın istiyorsan sabırlı davranmayı
öğrenmek gerekir. Hakkına hukukuna riayet edilsin istiyorsan, daha çok haddini
aşmadan hukukuna sahip çıkabilirsin. Başkasının hakkına tecavüz ettiğin yerde
özgürlüğümüz bitmiştir bilmemiz gerekir.
Hayatın genel kuralını yansıtan Ayeti kerime de yüce Allah:
Şüphesiz ki; Allah iyiliği, adaleti ve yakın akrabaya bakmayı emreder.
Kötülüğü, hayâsızlığı ve haddi aşmayı yasak eder. (Nahl Suresi 90.Ayet)
buyurmaktadır.
Allah haddini aşmayan, insanlara iyilik eden, hak yolunda
uygun adım yürüyen kullarından olmayı bizlere nasip eylesin. Paranın kazandığı
insanlardan değil, hak yolunda kullanmak için parayı kazanan insanlardan olmayı
rabbim cümlemize nasip eylesin.
Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey
4 Eylül 2012 Salı
NE MUTLU TÜRK'ÜM
Bilmem
ne gazetesine konuşan falan partinin falanca milletvekili, falanca
yerdeki 'Ne Mutlu Türküm Diyene' yazılı tabelayı anlamsız buluyorum
dedi.
***
Aynı
gazetenin ve belki de diğerlerinin haberine göre ismi lazım değil
milletvekili şöyle devam etmiş: "Benim dedelerim Sarıkamış ve Çanakkale
savaşlarında şehit oldu. Biz Diyarbakır'ın yerli ailesiyiz. Kürtler ve
Diyarbakırlılar bu ülkenin asli unsurudur. Ama Kürdüm diyen bir insanın
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım diyerek kendisini öteki görmemesi
lazım. Bir mimar olarak Diyarbakır Valiliği önündeki karpuzu hiç
sevmiyorum. Batıda Diyarbakır denildiği zaman akla maalesef karpuz ve
terör geliyor. Anadolu’nun ilk İslam kenti olan bir yerin, karpuzla
anılması açıkçası zoruma gidiyor. Karpuzun altındaki o amblemleri
beğenmiyorum. ‘Ne Mutlu Türk’üm’ yerine bence ‘Ne mutlu Türkiyeliyim’
demek daha doğru bir şey" demiş.
***
Bir
başka iddiaya göre ise Diyarbakır belediyesi tabelayı kaldırmak
istiyormuş. O da yine haberin içeriğine göre şöyle cereyan etmiş: "Bu
arada Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi de resmi tören güzergâhı üzerinde
bulunan ve 1980 askeri darbesi sonrasında asılan tabelayı demir
parçalar düştüğü gerekçesiyle kaldırmak istiyor. Tabelanın kaldırılması
için Diyarbakır Valiliği'nden izin istediklerini belirten Büyükşehir
Belediyesi Genel Sekreteri Abdullah Sevinç, henüz izin alamadıklarını
valilikten onay gelmesi halinde tabelayı kaldıracaklarını belirtti."
***
Bilinçsizce
ve Türklüğün gereğini yerine getirmediğin sürece kurur kuru istediğin
kadar laf söyle, dağlara isteğin kadar önemli ve değer ifade eden
yazılar yaz. Hepsi hava da kalır. Her anlamlı ve değerli sözün içinin
doldurulması lazımdır.
Mesela
Atatürk ‘ne mutlu Türküm diyene’ dediği gibi; istikbal göklerdedir’ de
demiş ama el âlemin ülkesi uçak ve helikopter yaparken, uzun menzilli
füze yaparken, insansız casus aracı yaparken ve daha da önemlisi aya
uydu fırlatırken, astronot gönderirken bizde Mustafa Kemal Atatürk’ün
‘istikbal göklerdedir’ sözünü levhalara yazıyorduk. Buradan söylenen
sözü eleştirdiğim varsayımı çıkarmayın kesinlikle, o sözün içeriğini
dolduramadık, o sözün gereğini yapamadık 80 yıllar boyunca, onu anlatmak
istiyorum.
***
Türk
gibi hareket edemedikten sonra, Türk gibi çalışmadıktan sonra, Türk
sözcüğünün içeriğini yaşantınla dolduramadıktan sonra istediğin kadar
Türklüğün ne kadar önemli bir ırk olduğunu vs söyle dur. İstediğin kadar
övün dur. Önemli olan Türklüğü yaşantı ve ahlakınla, çalışkanlığınla,
dürüstlüğünle, güvenilirliğinle bunu ortaya koymaktır. Milli gurur,
milli birlik beraberlikten dem vururken, o birlik ve beraberliğin
insanların birbirine güvenmesi ve birbirini sevmesi ile olur.
***
Bu
sevgi de farklı olduklarını, farklı düşündüklerini söyleyen insanların
birbirini anlamaya çalışması ve birbirlerine saygı duyması ile olur.
Etnik kimlikleri ön plana çıkararak değil de; Amerika Birleşik
Devletlerindeki Amerikalılık bilinci gibi Türkiyelilik bilinci etrafında
birleşilerek daha kolay sağlanabilir.
***
Ya
da çatışmayı ve ayrışmayı hızlandırmak için muhataba bir tokat
atarsın. O da sana daha kuvvetli bir tokat atar. Kardeş kardeşe
birbirimizi kırarız. Ya da ilk tokadı bizden biri atmaz ise bize
dışarıda düşman çoktur. Biri karanlıkta bizim yerimize kardeşimize
bizim adımıza o tokadı atar. O da bize karşılık verir. Yine birbirimizi
kırarız. Toplarıyla tüfekleriyle yapamadıklarını kendi elimizle
kendimize yaptırırlar. Karşıya geçip sonra da seyrimize bakarlar. Böl
parçala yönet, bizden başkası güçsüz olsun canıma minnet, taktiği ile
çalışır zaten onlar dediğinizi duyar gibiyim.
***
O
halde nedir bu kavga, Türk, Laz, Çerkez, Arap, Kürt, Abaza, Müslüman,
Hıristiyan, Musevi, Şii, Sünni, Alevi neyse ne. Hepimiz Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı değil miyiz?
Neden
birlikten kuvvet doğar deyip birlikte bu bilinçle hareket edemeyiz.
Laik anti laik diye yıllarca birbirimizi yedik ve bunu yıllarca darbe
sebebi saydık. Kürt meselesi kapsamında doğuda askerlik yapanları ve
terörün kışkırtıldığı yılları anlattıklarında, Türkiye’nin güvenliğini
sağlamakla görevli emniyet güçleri bunları nasıl yapar diye insan
beynini yiyecek. Neyse geçelim bunlar zaten artık büyük medyada da
yazılır söylenir oldu. Artık bunlar bilinmeyen yönler bilinir, gizli
eylemler aşikâr oldu.
***
Din
deyince oradan birileri fırlıyor hemen. Dinle devleti karıştırmayalım.
İyi de kardeşim devlet kanunlar çerçevesinde dindar kesime gerekli
dini yaşantısını sağlaması gerek. Sağlamıyorsa onları yok sayıyor
demektir bu. Onlar da haklı olarak kendilerini ve vazgeçemeyecekleri
dini inancına göre yaşayacağı bir ortamı aramak zorunda kalıyor. Senin
dinsizliğin veya kendine göre yaşam isteğin her neyse o kabul edilsin
yaşansın, ötekiler ne yaparsa yapsın. Sonra da ‘Ne mutlu Türküm diyene!’
iyi de kardeşim bu ülke asırlardır hem Türk Hem Müslüman olarak
yaşamış. İslam’ın bayraktarlığını ve koruyuculuğunu yapmış. Ve hala bu
ülkenin yüzde doksan dokuzu Müslüman olarak ifade edilmektedir. Velev ki
yüzde ellisi veya daha azı olsun. Onlarında hakları gözetilmesi lazım
değil mi?
***
—
Olmaz efendim. Benim izin verdiğim kadar Müslüman, benim izin verdiğim
kadar şu, benim izin verdiğim kadar bu, vs… Benden olmayan birileri
gelirse de kendimi onlara yönettirmem. Hadi ya… Sandığa senin elin oy
atıyordu da, ötekilerinkiler armut mu topluyordu. İşine gelince
vatandaşlıktan bahsediyorsun. İşine gelince Türklükten bahsediyorsun.
İşine gelince demokrasi gelmeyince ‘ben yaptım oldu’ diyorsun.
***
Bakın işte başta bahsettiğim konunun altına yazılmış ve benim size söylediklerimi ortaya koyan bir yorum:
***
‘Din
ile milliyeti karıştırmamak gerek. Bizi Türk, Alman, Fransız veya bir
başka kimlikle yaratan yüce Allah değil mi? Her can kendi dinine en
doğru şekli ile sahiplenmeli ve ölçüsü tüm yaratılmışlara insanca
davranmak olmalı. Ben Türküm ve Müslüman’ım. Türklüğüme karşı çıkanlar
benim yönetenim olmaz. Kazara başa gelseler de yüce Türk Milleti bir gün
geldikleri gibi gitmelerini de sağlayacaktır. Dünyanın hiç bir
ülkesinde kendi milletini hiçe sayan bir zihniyet olmamıştır ve olamaz.
Olanlar da ya aldatılmışlar, ya kandırılmışlar, ya da sinsice bir
devleti yıkmak adına yukarılara tırmanmışlardır. Lütfen bunun farkına
varalım ve kimliğimize sahip çıkalım. Ben Almanya Devletinde görevliyim.
Alman Devletine zarar verecek bir tutum içine girmem, beni yetiştiren
Türkiye Cumhuriyeti Devletime de asla nankörlük etmem. Her vatandaş,
yaşadığı ülkenin kurallarına uymak, o devletin kimliğine saygı duymak
zorundadır. Bu her şeyden önce vatandaşlık ve insanlık görevidir.
''Ne mutlu Türküm diyene!'' Mustafa Kemal Atatürk’
***
Aynı
odada veya aynı bina da aynı işi yapan eşit seviyedeki iki memur veya
iki işçi bile birbirlerine üstünlük tahakküm etmeye başladığında
araları açılıyor. Arkadaşlık ve dostlukları bozuluyor. Vatandaşız
diyoruz, eşit sevideyiz diyoruz, aynı haklara sahibiz diyoruz ama
uygulama da farklılık arzu ediyoruz. Herkes kendisine ayrıcalık
istiyor. Ötekinin haklarını kısıtlamaya kalkıyor. Y ada belki de öyle
olduğunu iddia ediyor. Öyleyse vazgeçmeli, değilse öyle olmadığını
ifade ederek uygulamada da ortaya koymalıyız.
***
Sözü
bağlayacak olursak; biz Osmanlı, biz Selçuklu vs imparatorluklarımız
gibi dönemlerdeki gibi her yönden güçlü ve adaletle yönetebilsek tekrar
ülkemizi, Türkçe dünya dili olur. Türk dünyaya ABD gibi isteğini
yaptırır. Ama lafla peynir gemisi yürümüyor ve hiç bir zamanda yürümedi.
Biz Türk’üz diye her dakika avazımızın çıktığı kadar bağırsak ne
olacak. İstihbaratlar vs bizim Türk olduğumuzu bildikleri için bölmeye
ve parçalamaya çalışıyorlar ki; amaç Türkler tekrar eski gücüne
ulaşmasın. Her tarafa 'ne mutlu türküm diyene' yazmak ve söylemek tek
başına bunları engellemiyor.
***
Türk
olmanın gereğini yapmak gerek. Ama biz öyle bir hale geldik ki; her
şeyin sahtesini yapıyoruz. Ürettiğimiz malzemeden nasıl çalarız onun
peşindeyiz. İktidar olduğumuzda milleti nasıl uyuturuz da cebimizi
doldururuz, nasıl kısa yoldan haram helal demeden köşeyi dönerizin
peşine düşüyoruz.
***
Sonra
da ‘Ne mutlu Türküm Diyene!’ ve ‘İstikbal göklerdedir, ‘Türk övün
çalış güven’ ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ sözlerini söyleyen Mustafa
Kemal ATATÜRK’ün sözlerini dilimize doluyoruz. Afişlerimize yazıyoruz.
Hadi oradan derler adama.
***
Rahat
uyu atam birileri farlı lanse etse de, birileri hala eski
alışkanlarını bahane göstererek ayağının altına diken döşese de Türkiye
uyanıyor. Birileri hala içerden ve dışardan ayağına kurşun sıksa da
artık yıkılmıyor ve yarasını sarıp yoluna yürümeye devam ediyor. Allah
yolumuzu açık etsin. Beynimize akıl, açılan yaralarımıza em, ayağımıza
güç versin.
Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey





